Üzgünüm

Türkiye’de değerli yazarları var. İçlerinden bazılarıyla, çok gerilere giden bir dostluğa da sahibim.

Fakat Ahmet Taşgetiren’in yeri benim için farklı idi. Yıllar geçti. Bu zaman zarfında, birkaç isim hariç, gazetenin yazar kadrosu birkaç kez değişti.

Onu ne zaman okusam ve dinlesem, “Bu zatın öfkelendiği de olur mu acaba?” diye düşünmeden edemem. Tasavvufun selim zamanlarından kalma irfanın yoğurduğu bir halim selimlik var onda. Onu hep, söz meydanında ayağının ucuna basarak yürürken gördüm. En muhalif olduğu kişileri ve çevreleri eleştirirken bile, daima temkinliydi.

Kalem sahibi olup da kimseyi kırıp gücendirmemek, imkansıza yakın bir şey. Çünkü en masum ifadenizden, bazıları olmayacak manalar çıkarırlar. Yamukluğu bakışında değil de baktığında görenler, en doğru sözlerinizi bile çarpıtabilir, yanlış anlayabilirler. Yerli yersiz alınmalar çok olur. Onca titizlik gösterirsiniz, yine de söylediğiniz yanlış anlaşılabilir. Aman kimseyi incitmeyeyim diye ayağınızın ucuna basarak yürürsünüz, yine de birileri incinecek bir şeyler bulup çıkarır.

Şahsen, “Bunun bir istisnası varsa, o da Taşgetiren’dir” diye düşünüyorum. Ben, kırıcı konuştuğuna ve yazdığına şahit olmadım. O, kalemini “kıyasıya” kullanmayanlardandı. Hatta bazen, onun alttan alır üslubu karşısında, “Bu mesele bu kadar yumuşak bir dille yazılmamalı” diye itiraz ettiğiniz bile olabilirdi. Taşgetiren’in bende bıraktığı izlenimle konuşayım: Eğer kırmakla kırılmak arasında zorlanırsa, kırmaktansa kırılmayı tercih edecek bir mizaç var onda.

Siyaset yazmak zordur. Adamı çığırından çıkaran durumlar çok olur. Siyasetin doğasında biraz harala-gürele, biraz münazaa ve münakaşa vardır. Siyaset hep muvafakatla gitmez. Siyasilere hep muvafakat etmek, vebal ve sorumsuzluk anlamına bile gelebilir. Bazen muhalefet ister, hem de sıkı bir muhalefet.

Taşgetiren siyaset alanında yazmayı seçti. Fakat siyasetin acımasız dünyasına dair kalem oynattığı halde, o kendine özgü güler yüzü ve tatlı dili hiç eksik etmedi. Bunu nasıl başardığını merak edenlerin sayısının hiç de az olmadığını düşünüyorum. Şahsen ben de onlardan biriyim. “Şeker amca” tarzı, adeta onun imajı haline geldi. Vardığı sonuçlardan bazılarına katılmasam da, söyleyiş üslubunu benimsemediğim bir yazısına rastlamadım.

Babacan üslubuyla hep ateşleyen değil, söndüren oldu. Tahrik eden değil, yatıştıran oldu. Lokman Hekim misali, herkesin burnunu tutarak yanından geçtiği laşedeki parlayan dişlerin güzelliğine dikkat çekecek kadar, müsamaha ve güzel bakış sahibi biri o.

Onun muhalif yazılarında da bir sertlik görmedim. Taşgetiren’in kalemi, döverken bile okşayan bir kalem. Onun okşar gibi vuruşuna bakıp, “Beni de eleştirsene” diyen de çıkmış mıdır acaba? Hep bir empati gördüm onun yazılarında. Eleştirdiği hususlarda dahi, muhatabının yerine kendini koymayı bildi. Düşünsel çizgisinin köklerine rağmen, yeri geldiğinde TAYAD’lı annelerle diyaloğa girebilmesi, en ekstrem ve aşırı uçların haklı taleplerini köşesine taşıması, buna örnek.

Sizi bilmem ama bütün bunlar, yazar Ahmet Taşgetiren’in bende bıraktığı izlenimler.

Ve şimdi onun yazılarından mahrumuz. Evet, daha şimdiden, onun babacan üslubuyla tatlı tatlı ikazlar yapan yazılarını özledim. Saldırmayan ama ‘esas duruşunu’ da bozmayan, ortalığı velveleye vermeyen ama sorunları halının altına da süpürmeyen, hak yemeyen ama hakkını da yedirmeyen, inancının verdiği ahlakı kişiliğine yedirmişliği her halinden okunan Taşgetiren’in yazılarını özledim.

Okurlarım, “Bir daha yazmayacak mı?” diye soruyorlar.

Son yazısının ardından kendisiyle görüşmemiz sırasında, “Henüz ayrılma yok, izin kullanıyorum, bakalım zaman ne gösterir?” demişti.

Bir daha da görüşemedik. Zaman ne gösterir bilemem. Ama ben, Yeni Şafak’ın en kıdemlilerinden biri olarak, “tertibimi” kaybetmenin üzüntüsü içindeyim.

Durum bundan ibarettir efendim.

 

Yorum Yaz