“Vuzuha karışmasın”, vuzuha kavuşsun

Evet, ısrar ve tekrar ediyorum:

“AB konusunda Müslümanlar ışığın rengine değil, ışığı kontrol edenlerin kimliğine ve niyetlerine bakacak bir basirete sahip olmalıdırlar. Yeşil, kırmızı ya da sarı ışıklardan hangisinin hangi sırayla ve ne süreyle yanıp söneceğine karar verenler ışığı bekleyenler değil, kumanda panelinin başında oturanlardır.

Dolayısıyla, AB konusunda “ışığın rengi” tali bir unsurdur. Temel unsur kontrol panelini ele geçirenlerin niçin o ışığı yaktıkları ya da yakmadıkları, hatta onu oraya neden, ne zaman ve nasıl koyduklarıdır.”

Müslümanlara şimdiye kadar AB konusunda görüşlerinin sorulmamış olması, bundan böyle de sorulmayacağı anlamına gelmiyor. Dahası, Müslümanların bu konuda fikirsiz oldukları anlamına da gelmiyor. Aksine bu ülkenin nereye götürüldüğü Müslümanları birinci dereceden ilgilendirir. Çünkü onlar bu toprakların gerçek sahibidirler. İradeleri çalındı. Bu doğru. Fakat, iradelerini çalanların yapıp ettiklerinin kötü sonuçları sonunda yine Müslümanları bulacaktır. Bu da doğru.

Basiretli bir okur soruyor: “Müslümanların kendi projelerine giden yol, Türkiye AB’ye girince mi, girmeden mi daha kısalır ve kolaylaşır?”

Yerinde ve haklı bir soru. Bu soruya doğru cevap verebilmek için, öncelikle “ulus devletlerin” ne getirip ne götürdüğünü doğru tesbit etmek lazım. Avrupa’nın başlattığı Yeni Sömürgecilik atağı, doğal olarak bu saldırıya maruz kalan halklarda bir tepki doğuracaktı. Sömürgeci unsurlar bu ‘yerli’ tepkileri dahi kendi çıkarlarına kullandılar.

Bir düdüklü tencere düşünün. Altına ateş attıkça içindeki basınç artacaktır. Basınç arttıkça tenceredeki daha iyi pişecektir. Onun daha iyi pişmesi ateşi yakana yarayacaktır. Eğer basınç fazla gelirse, düdüğünden boşaltılacaktır.

İşte ulus devletleri ortaya çıkaran süreç, yukarıda dile getirdiğimiz “düdüklü tencerede pişirme” sürecidir. Hatta siz buna “bizim hikayemiz” de diyebilirsiniz. Ateşi harlandıranlar kolonyalist güçlerdi. Tencereye sokulmuş olanlar yerli güçlerdi. Tencere, ulus devletler ve bu devletlerin vekaleten kendilerine teslim edildiği devşirilmiş elitlerdi. Fazla havayı boşaltma düdüğüyse “ulusal bağımsızlık”, “millet egemenliği”, “demokrasi” vs. adı altında tezgahlanan oyundu. Bütün bu süreç, tencerenin içindekinin daha iyi pişmesiyle sonuçlandı.

Evet, ulus devletler “tencere” rolü oynuyorlarsa, elbette AB’ye giriş en azından tencereden (siz bunu “cendereden” şeklinde de okuyabilirsiniz) kurtulmak için bir fırsat doğuracaktır. Girmemekte ısrar, Müslümanlar için tencerede (=cenderede) sıkışıp kalmakta ısrar anlamını taşıyacaktır.

İşte bu nedenle “kırmızı ışıkçılar”, “yeşil ışıkçılardan” daha tutarsızdırlar. Sıkışmışlıklarını farkedemedikleri için, bir. İkincisi ise, “küresel olan”dan cihanşumul olana geçişin, “ulusal olan”dan cihanşumul olana geçişten daha kolay olduğunu kavrayamadıkları için.

Müslümanlar değerleriyle birlikte dünya pazarlarına çıkmaktan niye korksun ve gocunsunlar ki. Korkan ve gocunanlar, dünya pazarına çıkaracak bir değere sahip olmayanlardır. Onlar bunun için kapalı toplumu savunuyorlar. Çünkü küresel bir değere sahip değiller. Değer diye sundukları, ancak sopa zoruyla müşteri buluyor. Bu zümrelerin “AB’a hayır” diye yırtınmalarının sebebi de bu. Mesela, ulusal ideolojimiz Kemalizm’in dünya pazarına çıkarıldığını düşünün bir. Kim talip olur dersiniz?

Müslümanlar korkacaklarsa değerlerini layıkıyla temsil edememekten korkmalılar. İşte tam bu noktada, bana yöneltilen bir başka soru gündeme geliyor: “Avrupa 800 yıl bekledi, biz de bekleriz” diyorsunuz. Hiçbir şey yapmadan, sadece bekleyecek miyiz?”

Hiç öyle şey olur mu? O nasıl söz? İşte size, bize, hepimize başımızı kaldıramayacak kadar büyük bir iş: Temsil kabiliyeti kazanmak. Kendi köklerimiz üzerinde yeniden filiz vermek. Bizi tarihe maruz kalan bir nesne olmaktan çıkarıp tarih yapan bir özne kılacak projeler üretmek. Hayatın her alanında: Din, düşünce, bilim, teknoloji, ticaret, siyaset, sanat, spor, müzik… Elhasıl, aklınıza gelen tüm alanlarda.

Yalnız bir alandaki yüzdenin yükselmesi, standardın yükselmesine yetmez. Başarı grafiğinizin seviyesini, hayatın tüm alanlarındaki etkinliğinizin optimal bileşkesi belirler.

Bir de İmam Şafii’nin yaklaşımına göre Avrupa topraklarının beşte ikisinin İslam toprağı sayılması meselesine takılanlar vardı. Bu yaklaşımın Yahudileşen İsrailoğulları’nın “arz-ı mev’ud” yaklaşımıyla bir alakası yok. Günümüz diplomasisinde kullanılan “Tarihten gelen haklar”la da bir ilgisi yok. Dahası, toprak işgaline dayalı bir “zoraki fetih” anlayışının da bir uzantısı değil.

Birincisine cevabım: “Yeryüzünün mutlak maliki Allah’tır, Allah dilediğine mülkünü varis kılar”, o kadar. İkincisine cevabım: Tarihin kendilerine yüklediği sorumlulukları üstlenmeyenler, tarihten doğan haklardan söz edemezler. Üçüncüsüne cevabım: Endülüs 736 yıl (756-1492) Müslümanların elinde kaldı. Oradaki Hıristiyan varlığına hiçbir şey olmadı. Hıristiyan iktidarının 100. yılına gelindiğinde, Endülüs Müslümanlarından eser kalmamıştı.

Tüm sermayemiz, cehaletimiz. Kendi meziyetlerini takdir edemeyenlerin akıbeti, galiplere perestiş etmektir. Avrupa toprağının üçte ikisini “bizim” bilmemizin Avrupalıya yararından başka ne zararı var? Müslüman vatan bildiği yeri imarla görevlidir, vatan bilmediği yeri ise “vatanlaştırmak”la.

 

Yorum Yaz