Yanlış anladınızsa, nasıl yaptığınızın ne önemi var?

Yanlış anlamak, anlamamanın en tehlikeli türevidir. Onun için, doğru anlamanın olmadığı bir yerde, aslına bakarsanız, “anlamaktan” da söz edemeyiz.

Bir hakikati yanlış anladınızsa, -farklı bir söyleyişle- anlamadınızsa, onu hayata nasıl uyguladığınızın ne önemi var? Yanlış anladığınız bir şeyi doğru yapabilir misiniz? Muhal farz yaptınız diyelim, doğru netice elde edebilir misiniz? Bu, yanlış öncülleri kullanarak doğru önerme yapmayı istemek gibi bir şey. Bunun âmiyane karşılığı “salatalıktan yağ çıkarmaya kalkmak”tır.

Anlama problemi, iradenin ezeli problemidir. Şeytan’ı “umutsuz vak’a” (İblis’in karşılığı) haline getiren, Allah’ı yanlış anlamasıydı. Şu şeytanî analoji, işte bu yanlış anlamanın, daha doğrusu anlayamamanın bir ürünüdür:

“Ben ondan üstünüm; çünkü beni ateşten yarattın, onu ise balçıktan.”

Bu analojiye dayanan İblis, Allah’ı ve O’nun iradesini anlamada imanı bir “ön bilgi” olarak kullanmayınca, doğal olarak içgüdü ve ayartıcı özbenlik gibi “ön yargı”ların pençesine düştü… Haset, kibir gibi saptırıcı unsurlar, söz konusu ön yargıların doğal bir uzantısı olarak ortaya çıkacaktır.

Aslında Kur’an’da defalarca aktarılan İblis kıssası, anlama probleminin iradenin en büyük problemi olduğunun, yanlış anlamanın sahibini yüce konumdan alıp nasıl zavallı bir konuma düşürdüğünün sembolik bir dille ifade edilmesinden başka bir şey değildir.

Tüm ilahi vahiyler gibi, İslam vahyinin sertacı olan Kur’an da, daha ilk ayetlerinde insanın en ezeli problemi olan anlama problemine dikkat çekti:

“Oku, yaratan Rabbinin adıyla!

“Oku!” emrini, “çağır, davet et!” anlamına indirgemenin ciddiyetini tartışmayı, zamanına (ve dahi ehline) havale ediyor, geçiyoruz.

Buradaki oku emri, okumanın tüm anlamlarını içeriyordu. İndirilen ilk beş ayet ve muhtemelen ilk inen beş ayetin hemen ardından indirilen Kalem Suresi’nin ilk ayetleri şu sözcükler etrafında dönüyordu: “Oku, Rabb, yaratan, insan, alak, ikram eden, öğretti, kalem, bilgi, satır…” Bu sözcükler, ilk inen ayetlerin kavramsal alanını açık ve net ortaya koymaktadır: Bilgi ve varlık.

Bu ikisinden söz edilen her yerde anlama, anlamlandırma ve yorumlamadan söz ediliyor demektir. Bu anlamda “oku” emrinin “algıla, anla, kavra, anlamlandır ve yorumla”yı içerdiği aşikar. Okuma işinin yanlış yapılmaması için bir “bakış açısı”, bir “koordinat” veriliyor: “Yaratan Rabbinin adıyla.”

Daveti emreden ilk ayetler olan Müddessir Suresi’nin ilk ayetleri ininceye kadar gelen bütün ayetlerin önceliği vahyin dolaylı muhatapları olan üçüncü şahıslar değil, bizzat vahyin birinci muhatabı olan Hz. Peygamber’dir. Ona bir hayat tasavvuru, bir “bakış açısı”, bir “esas duruş” kazandırmaktır bu süreçte vahyin amacı. “Fetret-i vahiy” adı verilen ‘kesinti’ de, işte bu hazırlık için kaçınılmaz olan en kısa süredir. Bu süre zarfında, vahyin iniş üssü olan kalb-i peygamberi hazırlanmış, Hz. Peygamber’in yukarda sayılanları sindirmesi ve içselleştirmesi sağlanmıştır.

“Oku” emri sıradan bir emir değil, bir hayat tasavvuru inşası için ilk basamaktır. Varlığı, yaratılışı, hakikati, insanı, benliği, varlık hiyerarşisi içerisindeki kombine, paralel ve çapraz ilişkileri anlamak ve anlamlandırmayı içerir. Tabi ki, doğru anlamak için de “koordinat” verilmiştir. Bu koordinatlardan yola çıkarak varlığı anlama ve anlamlandırma işine girişmeye “ikra ermenötiği” adını verebiliriz. İkra hermenötiği, her şeyi bir metin, bir gösterge gibi görmek ve onu anlama adına onu nesneleştirmeden onunla diyaloğa girmektir.

İnsanoğlu yanlış okuyarak doğru anlayamaz. Doğru anlamak, doğru okumaya bağlı. Yanlış okumanın tarihteki en tipik örneklerinden biri Harici yanlış okumasıydı. “Hüküm yalnızca Allah’a aittir” ayetini kendilerine şiar edinen Hariciler tüm cinayetlerini bu “yanlış anlama” üzerine bina ettiler. Hz. Ali, onların yaptığı yanlışı şöyle özetliyordu: “…el-Kavlu’l-hak, yaradu biha batıl: Yanlış yorumlanan hak söz.”

Harici yanlışının temelinde, paradoksal bir biçimde anlama öznesi olan “gösterge” (ayet)’nin nesneleştirilmesi yatıyordu. Harici’ler ayeti önce nesneleştirmişler, ondan sonra da istedikleri gibi konuşturmuşlardı. Yine Hz. Ali, Kur’an’ı nesneleşirerek keyfince konuşturanları red sadedinde şöyle demişti: “Kur’an konuşmuyor, konuşturuluyor.” Eğer Kur’an’ı nesneleştirmek yerine onu anlamanın öznesi kılıp onunla “diyaloğa” girselerdi, yanlış anladıklarını fark edeceklerdi.

Gazali, bu ümmetin sorununun anlama sorunu olduğunu, eserinin adını İhyau Ulumi’d-Din (Din İlimlerinin İhyası) koyarak ifade etmişti. Bu kitap okunduğunda, Gazali’nin “anlama” problemini hedef aldığı açıkça görülecektir.

İbn Teymiyye de sorunun adını doğru koyduğu için, anlamanın öznesi olan nasslar ve onların geliş yolları üzerinde yoğunlaştı. Aynı şeyi, ilim tarihimizin yıldızlarından Şah Veliyyullah Dehlevi ve daha birçokları için de söyleyebiliriz.

Ancak ne olduysa, İslam topraklarının kolonyalist Batı’nın istilasına uğradığı dönemde oldu ve bu dönemde biraz da tepkinin ürünü olarak ortaya çıkan yönelişler sorunun “anlama sorunu” değil “yöntem sorunu” olduğu tespitinde bulundular.

Cemaleddin Afgani ile başlatılan İslami diriliş hareketlerinin tamamı bu sorun üzerinde yoğunlaştı. “Nasıl?” sorusu öne geçmişti. Tabii ki bunda, medeniyet olarak hezimete uğramış olmanın payı büyüktü. Mesele usûl meselesi olarak ortaya kondu. Bu, bir parça düşmanını taklit etmek anlamına geliyordu.

Kimileri, batı aydınlanmasını haklı olarak Descartes’in Yöntem Üzerine Konuşmalar (Discours de la Methode) kitabıyla başlatırlar. Baskın vasfı çıkar ve bencillik olan Batı Modernitesi için “nasıl”a kilitlenmek pek de şaşırtıcı değildi. Beş yüz yıl Batı bu “pragmatik nasıl”ın peşinde koştu ve istediğini elde etti. Batı düşüncesinin dikotomik tabiatı gereği Feyerabend’in Yönteme Hayır demesi için yüzyıllar geçmesi gerekiyordu. Niestszche’nin yol göstermesi ve Heidegger’in yoğunlaşması ile Batı düşüncesi sorunun “yöntem sorunu”ndan daha çok “anlama sorunu” olduğunu yeniden keşfetti.

Bizim dünyamız, uzun bir fetretin arından Batı’nın da hatırlatmasıyla temel soruna yeniden döndü. İkbal, doğru soruyu sorup doğru cevap alanların başında geliyordu. Hepsi farklı tonlarda ve hatta farklı amaçlarla da olsa İslam topraklarından çıkan Fazlur Rahman, Hasan Hanefi, Muhammed Arkun, Muhammed Abid Cabiri ve hatta Nasr Hamid ebu Zeyd, “anlama sorunu” üzerine eğilmiş gözüküyorlar.

Bizde hâlâ sorun “yöntem sorunu” sanılıyor. Öyle olmadığını, ondan daha temelde “anlama sorunu” olduğunu, bu sorun halledilmeden hiçbir sorunun halledilemeyeceği, yanlış anlaşılan bir şeyin doğru uygulanmasının mümkün olmadığı yavaş yavaş fark ediliyor.

Bu, az sevinilecek bir şey midir?

( 25 Şubat 2000 )

 

Yorum Yaz