Yorganı atmadan olmaz

“İslami Hareket bitti” diyen dostlarıma itiraz ediyorum.

İddialarını ispat için “Baksana, falancalar da evde kalmış kız kompleksi içinde Amerika’nın görücülüğüne çıktı” diyorlar, “Tüm sermayesini vitrine yatıranların bir taşlık canı olur” dediğimi hatırlatıyorum.

“Ya falanca üstadımızın ‘Müslümanlar sözcüğü Türkiye’de neye tekabül ediyor, bilemiyorum’ deyişine ne dersin” diyorlar; ben de “O üstad Mallarme psikozundan kurtulup da Anadolu’nun ya da Afrika’nın bir köy camiine uğramış olsaydı bu sözü bu kadar kolay söyleyemezdi” diyor ve ekliyorum: O üstada sormanız gerekmez mi, “Dün kullandığınız ‘biz Müslümanların yerine ‘biz Türkler’i koymak için hangi tutarlı gerekçeye sahipsiniz?” diye.

Bir başka üstadın post-moderniteden esinlenerek Müslümanlara sunduğu toplumsal proje denemelerinin akıbetini soruyorlar. Yukarıda adı geçen üstatla ikincisinin, görüntüde zıt kutuplardaymış gibi duran yaklaşımlarının aslında aynı problemi taşıdığını söylüyorum: Kozmik takdirin insani olana yansıyan boyutunun bir topoğrafya haritası gibi tikellerinde çelişkiler, çatışmalar, inişler, yokuşlar, zirveler ve vadilerle dolu olduğunu, fakat tümellerinde bir ‘çevrim’ yasasına bağlı olduğunu okuyamamak.

“80’lerdeki heyecanın yerinde yellerin estiği de mi yalan?” diyorlar; “Doğru” diyorum; “eyleminin çıkış noktası his ve heyecan olanlar bir toksin gibi atıldılar, fakat eylemlerinin çıkış noktası bilgi ve iman olanlar yerlerinde duruyorlar, onları bulacağınız yere bakmanız kafi” diyorum. “Ya falan falan öncünün geldiği acıklı durum?” diyecek oluyorlar, “Kişinin eylemi bilgisini, bilgisi bilincini, bilinci kişiliğini aşamaz” diyorum.

Son bir gayretle “Yani sence bugün dünden daha kötü değil miyiz?” diyorlar. Cevabım şöyle oluyor: “Bu nereden baktığınıza, insanı, hayatı ve hareketi nasıl algıladığınıza, özetle varlık, insan, eşya ve Allah karşısındaki duruşunuzu zaman ve mekan bağlamında nasıl gerçekleştirdiğinize bağlı.”

Tüm bu sorular bir hayal kırıklığını ele veriyor. Neden hayal kırıklığı? ‘Hayal’ de ondan; hayalin tabiatı değil midir kırılganlık? Hayallerimiz kırılmasınlar diye şimdi ve burada’nın ‘gerçeklerinden’ takviyeye muhtaç oluşları işte bundandır.

Bu hayal kırıklığının bizce en büyük nedeni, hayatı ve hareketi tekdüze, mekanik, doğrusal ve standart algılama hatasıdır. Oysa insanların yazdığı tarih de, tıpkı bir topoğrafya haritası gibi zirveleri ve vadileri, yokuşları ve inişleri, düzleri ve eğrileri olan bir yapıdadır ve Müslümanlar da bu yasaya tâbidirler. İnsan tekinin iç dünyası, adeta hemen tamamıyla insan topluluklarının oluşturdukları harekete yansır: Hareketlerin de iç çatışmaları, gerilimleri, dramları ve trajedileri vardır. Ve zaten, tıpkı insan tekinin olduğu gibi, insan topluluklarının da ‘yol almasını’ ve ‘gelişmesini’ sağlayan bu unsurlardır.

Kur’an’ı okurken bunu en yüksek dozda hissedersiniz: Kur’an muhatabının ruhunu, iki kutup arasında öylesine gerer ki, tıpkı bir ‘davul derisi’ gibi gerilen ruh, en ufak titreşimleri algılayacak, derinlerden gelen sarsıntıları hissedecek kadar hassaslaşmaya başlar. Kur’an’ın insan vicdanını en yüksek düzeyde harekete geçirme özelliği de işte bu özelliğinden kaynaklanır.

İnsani/İslami hareketin vicdanı da, işte bu gerilimler, çatışmalar, derlenip dağılmalar, zirvelerle vadilerin tabanı arasındaki basınç farkları sayesinde oluşur ve hassaslaşır. İnsani hareketin topografik doğasını yadsıyarak mekanik, doğrusal ve mühendisliğe açık bir hareket algılayışı, sonuçta insanla hayatı karşı karşıya getirecektir. İşte hayal kırıklığı da bu “karşı karşıya gelişin” sonucudur.

Dinamik kadere tâbi olan insanı, tabiatın statik kadere tâbi topoğrafyasından ayıran şey “kendi bireysel duruşunu” seçme yeteneğine sahip olmasıdır. İşte, herkesin kaygısını çekmesi gereken nokta da burasıdır. Değilse, tıpkı doğru ya da yanlış bilginin bilgi objesine hiçbir zararı ya da kârı olmadığı gibi, hareketin öznesi olan insan(lar)ın doğru ya da yanlış hareketinin de, hareketin objesi makamında olan “kozmik” İslami Hareket’e kalıcı anlamda bir kârı ya da zararı söz konusu olamaz.

O, Allah’ın müdahil olduğu zaman ve mekan içindeki yürüyüşünü farklı enstrümanlar, farklı araçlar, farklı oyuncularla sürdürür. Vahyi sahifeden kitaba doğru, peygamberlerin davet alanını aile ve köyden insanlık ve yerküreye doğru bir büyüme ve gelişim sürecine tâbi kılan yasa, bugün de geçerlidir ve kendisine tabi olanları tekamül ettirecektir.

İşte bir dev hikayesi: Devler ülkesinde bir dev, kabadayılığıyla etrafı yıldırır. Büyük deve şikayet edilir. Büyük devin gürleyerek geldiğini gören kabadayı devin eşi, sen yatağa gir, bacaklarını açıkça bırak der. Büyük dev “Nerede o?” diye kükreyerek içeri girince, kabadayı devin eşi yatağı göstererek “Sus, çocuk uyuyor!” der. Yorganı kaldırıp altına bakmayı akıl edemeyen büyük dev, “Çocuğu böyleyse kim bilir babası nasıldır?” deyip oradan sıvışıverir.

Yorganı kaldırırsanız, gerçeğin sandığınızdan farklı olduğunu göreceksiniz.

Saygıdeğer okurlarıma: “Odio-video tefsir projesi”ne bir de meal eklenince buluşmamızı haftada ikiden bire indirmek zorunda kaldık. Bundan böyle bu köşede, sadece Cuma günleri birlikte olabileceğiz.

( 12 Kasım 1999 )

 

Yorum Yaz