Yüzyıllık tiyatro

Medya göz boyama, tahrif, bilinçsizleştirme ve bilgisizleştirme görevini başarıyla yerine getirmek için canla başla gayret ediyor.

Öcalan davasında medyanın başından beri rolü bu oldu. Şimdi de, hükümet ortaklarının kayıkçı kavgasını ciddiye almamızı istiyor.

Bu ülkede “din istismarcılığı”ndan söz edenler, nedense hep “vatan, millet, şehit” edebiyatıyla “kan ve gözyaşı istismarcılığı” yaptılar. Bu bir yerde terörün sırtından geçinmekti. Terörün sırtından geçinen sadece “milliyetçi” söylemiyle öne çıkan bir partimiz değildi elbet. Fakat işin siyasal parasını o topladı. “Erkek mi ürkek mi?” derken kulağımıza “ürkek”liğin nedeni olarak hini hacette kullanılmak üzere kartel baronları tarafından tuzağa düşürülerek elde edilen “yasak görüntüler”in olduğu dosya haberleri gelmeye başladı. Bilemiyoruz.

Benim asıl dikkatimi çeken, 76 yıllık cumhuriyet tarihinde, bu ülkeyi yönetenlerin adam asmada hiç bu kadar nazlanıp-tuzlanmadığı, hiç bu denli zorlanmadığıydı.

Öcalan’ın asılıp-asılmaması beni ilgilendirmiyor. Ben olayın gerçeğinin bizden kaçırıldığına inanıyorum. Öcalan’ı yargılatan otoritenin onun suç ortağı, hatta işvereni olmadığına dair bir itminana sahip değilim. Mumcu öldürülmese belki bu sorunun cevabını öğrenecektik. Kaldı ki, Öcalan “devlete karşı cürüm işlemekten” yargılandı ve mahkum edildi. İşte beni ilgilendirmemesi de bu yüzden. Çünkü “devlet” adı verilen aygıt gerçekte ne ve nerede duruyor, “terör” ne ve kime yarıyor, Öcalan gerçekte kim ve neye hizmet ediyor, bu soruların cevabını bilmiyorum. Cehaletimi mazur buyurun.

Cevabını iyi bildiğim tek soru “Bu ülkede adam asmak eskiden de bu kadar zor muydu?”

Hiç öyle şey olur mu? Elbette değildi. Bu ülke halkın seçtiği başbakanını ve bakanlarını darağacında gözünü kırpmadan sallandırmış bir ülke. Menderes, Polatkan ve Zorlu’yu unuttuk mu?

Adam asma konusunda hiç zorlanmayan bir birikimimizin ve hatta modern tarihimizde az biraz geleneğimizin oluştuğunu söyleyebilirim. 1925’lerin Van Milletvekili İbrahim Arvas’ın Tarihi Hakikatler isimli eserinden nakledeyim:

“İstiklal Mahkemeleri’nde Elaziz’de kelle açık artırması yapılıyordu. 500 altına bir kelle alınıp satılıyordu. Jurnalı hazırlayan başkomiser ile Ali Saib’in çete arkadaşı (devlet içinde çete daha o zamandan varmış) Aşkitanlı Paşo’nun da fazladan olarak 50 altını vardı. Bu suretle Şark İstiklal Mahkemesi reisliğinden Ankara’ya dönen Ali Saib Bey 60.000 altınla geldi” (s.49).

Dönemin vekili İbrahim Arvas görgü şahidi. Bir de adam asma geleneğimizin ne denli sağlam temeller üzerinde yükseldiğinin bizzat canlı şahitleri var. Bunlardan biri İstanbul basınıyla birlikte Diyarbakır İstiklal Mahkemesi’nde idamla yargılanıp son anda gelen talimatla kelleyi kurtaran gazeteci Ahmet Emin Yalman.

Ahmet Emin Yalman, Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim isimli anılarının üçüncü cildinde, “adam asmanın” İstiklal Mahkemeleri için “diş çektirmekten kolay” bir iş olduğunu bizzat yaşadığı olayı örnek vererek anlatır:

(Derdest edilerek Diyarbakır’a götürülüp muhakeme edilmeyi beklerken mahkeme başkanı Ali Saib, bir ara yanına gelerek şöyle der) “Seni üzüntülü görüyorum. Buna sebep yok. Akıbetin belli oldu, asılacaksın (daha yargılanmamıştır). Bu çok basit bir şey. Boynuna ilmek halinde bir ip takarlar. İpi çekerler. Bundan sonra hiçbir şey duymazsın. Görüyorsun ya bu diş çektirmekten kolay ve rahat bir şey” (s. 182).

İstiklal Mahkemeleri’nin ünlü “üç alisi”nden biri olan Ali Saib’in “latife” yaptığını düşünmüyorsunuzdur umarım. Gayet ciddi idi o adam asmanın diş çektirmekten basit olduğunu söylerken. Bunun ne kadar böyle olduğunu, aynı mahkemenin tek hukukçu üyesi savcı Ahmet Süreyya’nın (Özgeevren) 12. 06. 1957 tarihinde Dünya Gazetesi’ne anlattıklarından öğreniyoruz. Ahmet Süreyya, İstiklal Mahkemesi’nin hiçbir suçu olmadan idam ettiği bir Kürt gencinin daha sonra rüyalarına girdiğini söyler. 1925 isyanında mahkemeye bir genç getirilir. Genç tek kelime Türkçe bilmemektedir. Mahkeme üyelerinden biri “Türkçe bilmeyenden zaten hayır gelmez, asın bunu!” der ve genç asılır.

Aslında, son on yılın faili meçhul dosyasının kabarıklığına bakarak bu gencin dahi şanslı olduğunu, hiç günahsız da olsa mahkeme yüzü görerek öldürüldüğünü, sayısı 15.000’e yaklaşan faili meçhullerin bu kadar dahi şanslı olmadığını da düşünebiliriz. Sakın “Bu işler geçmişte kaldı!” gibi bir zanna kapılmayın, daha iki hafta önce evinden alınan Zehra Vakfı Başkanı İzzeddin Yıldırım’ın ve aynı günlerde kaçırılan diğer iş adamlarının akıbetinden bir haber yok. Devlet’in faili meçhullere bakışının değişip değişmediğini bu olaya verdiği tepkiyle öğreneceğiz.

Konumuza dönersek, kısa tarihinde idam unsurunun böylesine mebzul miktarda bulunduğu bir ülkeye birden bire ne oldu da, iş Öcalan’ı asmaya gelince “iki dirhem bir çekirdek”, “çıtı-pıtı, hanım-hanımcık” oluverdi?

“Batılı dostlarımız?” diyenlere bakmayın siz. Onlar bizden daha iyi bilir Batılıların çifte standardını. Herkes unutmuş olabilir; ama ben iyi hatırlıyorum. Yaklaşık bir yıl önce, 28 Aralık 1998 Yemen’deki muhalif bir örgütün lideri olan Zeynelabidin Ebubekir el-Muhdar’ın idamına sırf İslami kimliğinden dolayı alkış tutmuştu Batı. Mısır’da 99 yılı içinde gerçekleşen idamlara da öyle.

Demek ki iş başka…

Sahi Abdullah Öcalan’ı asmak isteyen mi var da, biz Batılıların engelinden söz ediyoruz?

Yoksa son yüzyılda bu topraklarda olan biten her şey gibi bu iş de mi bir “tiyatro”?

( 14 Ocak 2000 )

 

Yorum Yaz