“Seküler ahlak” olur mu?

Gazzali, ahlakı “İyilik yapmanın, insanda yerleşik, mutlak, kayıtsız bir özellik (meleke) haline gelmesidir” şeklinde tanımlar.

Ahlak imana dayalı olduğunda, “kayıtlı ahlak” olmaktan kurtulup “kayıtsız/mutlak ahlak” haline gelir.

Kayıtlı ahlak, bir İngiliz’in İngiltere’de bir İngiliz’e karşı “ahlaksızlık” saydığı şeyi, eski sömürgesi olan Hindistan’da bir Hintliye karşı “ahlaksızlık” saymamasıdır.

“Bizden” saydığım birine karşı yapılınca “ahlaksızlık” saydığım bir davranış biçimini, “ötekine” yapınca ahlaksızlık saymamamdır.

İman, “emin olma” halidir. Yani davranış modlarınız ve kodlarınızı içselleştirme, onları güvenceye alma, göreceli olmaktan çıkarma halidir. İman, değerler üzerinde kararlılık ve sebattır. İyiyi her yer ve zamanda, herkes için iyi bilme; kötüyü her yer ve zamanda, herkes için kötü bilme kararlılığıdır. Kimi kaynaklarda Peygambere atfedilen şu dua, işte bu tür bir “kayıtsız/mutlak ahlak”a ulaşmak için bir “iyi isteme”dir:

“Ya Rab! Bize gerçeğin gerçek olduğunu göster ve ona tabi kıl, sahtenin sahte olduğunu göster ve ondan yüz çevirt!”

İman gibi bir karar ve sebat olmazsa, insanlar ahlaki davranışta görelilik gibi vahim bir ahlaksızlıktan nasıl kurtulabilirler ki?

Ahlaki davranış bir meyvedir, her meyve bir ağaçta yetişir ve her ağacın kökünün beslendiği bir “yer” vardır. İşte o yer iman olmak zorundadır; değilse o davranış, kökü insanın yüreğinde olan bir ağacın meyvesi değil, “tedarik edilmiş, satın alınmış” bir meyve olur; bir ahlaki davranış ki, eğer onun kökü insanın iç dünyasından beslenmiyorsa, o “ahlaki” olma niteliğini elde edememiş demektir. Satın alınabilen bir şey, satılabilir de… Satılan bir şey ise, sahibinin olmaktan çıkar. Oysa ki ahlak “fiyatı olan” değil “değer(l)i olan” bir şeydir.

İncil’den Kur’an’a, Hz. Adem’de Hz. Muhammed’e, Aristo’dan Kant’a, Farabi’den Gazzali’ye kadar herkes, ahlakın bir “kökeni”, dolayısıyla bir “metafiziği” olması üzerinde ittifak etmiştir. Her ne ki kökeni “metafizik”tir, o “iman”ın konusu olmaya adaydır.

Dinin işlevi, insanı özüne döndürmek, onu fıtratıyla bilişik, tanışık ve barışık kılmaktır. Din, altyapıyla uyumlu bir üstyapıdır. Tabiri caizse, insan doğasına yerleştirilmiş olan potansiyelin kullanım kılavuzudur.

Evrensel din olan ve insanlığın değişmez değerlerinin öbür adı olan İslam bu noktada gündeme girer ve kendisine “teslim” olanın önce kavramlar dünyası olan tasavvurunu, sonra önermeler dünyası olan aklını, sonra davranış melekeleri dünyası olan şahsiyetini inşa eder. Yani insanda bir “iç dünya” kurar. Vahyin esas amacı budur: Yeryüzünde varoluş amacına uygun bir hayatın inşa sorumluluğunu üstlenmiş olan insanı inşa etmek.

Vahyin inşa ettiği aklın üç özelliği vardır: Birincisi bağ koparan değil bağ kuran akıldır ki, Allah-insan-tabiat arasındaki varoluşsal irtibatı kurar. İkincisi mümeyyiz akıldır ki süpürüp atan ya da alan değil ayıklayan akıldır. Güvenli ve özgür bir akıldır ki, kula ve eşyaya kul etmez.

İşte tam bu noktada “ahlak sistemi” gündeme gelir. Çünkü insanın davranışları sadece kendisini ilgilendirmemektedir. Hatta sadece iki kişiyi de ilgilendirmemektedir. Yakın çevreden uzak çevreye kadar bütün bir toplumu ilgilendirmektedir. Dahası, ahlaki davranış sadece insanı değil doğayı da ilgilendirmektedir.

İslam ahlak sistemi, (İbn Bâcce ve Farabi’nin kavramlarını ödünç alırsak) üç başlık altında ele alınır: 1) İnsanın iç dünyasının düzenlenmesi (tedbiru’l-mutevahhid), 2) ailenin düzenlenmesi (tedbiru’l-menzil), 3) Sitenin/toplumun düzenlenmesi (tedbiru’l-medine). Farabi’nin râu Ehli’l-Medineti’l-Fazıla’sı bu sonuncu bağlama ilişkindir

Bir ahlaki davranış, ancak bütüncül bir ahlak sisteminde amacını gerçekleştirebilir. Değilse, önünü yıkarken arkasını berbat etmek diye tabir edilen çelişki ortaya çıkar. Basit bir örneği var: insanların güzel koku kullanması hoş, fakat bunu yapan bir akıl eğer kayıtsız/mutlak bir ahlak sistemine dayanmıyorsa, kullandığı kloro-floro karbonla ozon tabakasını delerek milyonlarca insanın hayatını riske atma ahlaksızlığını işlemeye devam edecektir (Bu gazların % 80’ini üreten ABD hâlâ ilgili BM anlaşmasının altına imza atmadı).

Aynı ABD’nin Afganistan’da buğday dağıtmasını “ahlaki bir davranış” olarak mı, yoksa avını besleyen canavarı çağrıştıran bir “ahlaksızlık” olarak mı görmeli? Sahi, bir Stinger füzesi, kaç bin ton buğday ederdi? Ya da Bosna katliamı sırasında ABD’li bakanın söylediği “ABD, çıkarları gerektiriyorsa müdahale eder” sözünü nasıl değerlendirmeli? Mukayyet ahlaka Hitler’den 28 Şubatçılara kadar, bir dizi bireysel örnek aklıma geliyor. Geçelim…

Dinden imandan bağımsız, seküler bir “ahlak sistemi” olmayacak bir şeydir. Nitekim olmadığı da görüldü. Batı’ya ait bu projenin iflasını itiraf eden Brezinski, NPQ editörü Nathan Gardels’in “laik liberalizmin materyalist niteliğine” ilişkin sorusunu şöyle cevaplıyordu:

“Batı’nın çoğundaki çığırından çıkmış laiklik, kendi içinde kültürel bir “kendini mahvetme” tohumu da taşımaktadır… Bu kendini kayıran, hedonistik (zevkperest S.H.), tüketime endeksli toplum, dünyaya bir ahlaki çağrı sunamaz… Elbette ki bu manevi değerleri biz icat edemeyiz. Bunlar geleneksel olarak üç büyük dinin, Hıristiyanlık, Yahudilik ve İslamiyet’in içinde var olan değerler… Yanlış-doğru kavramı sindirilmeli, içgüdüsel duygular arasına girmelidir; mutlak doğru ve mutlak yanlış diye bir şeyin var olduğu, her şeyin göreli olamayacağı kabul edilmelidir.”

Ne diyordu Tolstoy: “İtiraf et, kurtul.”

 

 

Yorum Yaz