Bir fil(i)m seyrettim, canım sıkıldı

Onu ilk çağrılı olduğum bir program vesilesiyle Gaziosmanpaşa’da bir salonda görmüştüm.

Bacağında kot pantolon, sırtında streç bir tişört vardı. Bıyıkları ağzında, salıverilmiş sakalıyla, içinde bulunduğu dünyaya ait olmadığını ispat etmek gibi bir çaba seziliyordu. TV haber sunuculuğunda yeni yeni parlıyordu.

Çabaları boşa gitmemiş olacak ki, kovboylara iddiasını sonunda “isbat” etmeyi başardı.

Şimdi tarz ve tavırlarıyla “ben buraya ait değilim” dediklerinin yanında değil. Oynadı güldü, yerini buldu. Yerinde sağ olsun.

Aynı şeyi, bir bayan yazarımızda da gördüm. Yetenekliymiş, ihtisaslıymış, ihtiraslıymış. Bana ne? Başörtüsünü atıp TV ekranlarında boy gösterdiğinde içime yumruk gibi oturdu. “Bana ne?” diyemedim.

Hâlâ da diyemiyorum. Demeli miyim? Diyen desin, ben demeyeceğim, di-ye-me-ye-ce-ğim. Onu da ilk gördüğümde, yukarıdaki bizim mahallede ünlenip öbür mahalleye giden “enkırmen” geldi gözümün önüne. İkisi de kısa boyluydu. İnsan zihninin garipliklerindendir bu. Beklenmedik irtibatlar kurar gördükleri arasında. Onun da tavrını, yukarıdaki kişinin tavrı gibi “ben farklıyım” üzerine kurduğunu, en azından “beni de görün” demeye geldiği şeklinde okudum.

Ben buna M. Jackson kompleksi diyorum. Siz buna “beyazlama tutkusu” da diyebilirsiniz. Aşağılık duygusu psiko-patolojik bir durum. Allah hepimizi korusun. Belki bu illete müptela olanların elinde değil, belki de bir musibet olarak geliyor. Bilmiyorum. Ancak, buradan, roman, tiyatro, sinema vs. gibi ürünler çıkaran ateistlere, Marksistlere, nihilistlere, animistlere, Kemalistlere, hedonistlere Müslüman camia, yani bizim mahalle hakkında bir tüyo vereceğim: Mesela bir film yapıyorsanız, kendinize bizim içimizde yaşayıp da, karşı mahalleye “ben bu mahallenin standartlarını aşıyorum, beni dışlamayın” mesajları veren bir kelam, kalem ve vizyon erbabı bulun. İnanın filminize gişe patlaması yaşatırlar, sizi ihya ederler, kasetiniz çok satar, tiyatronuz dolar, romanınız “best the best-seller” olur.

Hatta içinde bizim mahalleye küfür etmiş olsanız, pornografiye yer verseniz, Müslümanları hafiften ti’ye alsanız bile, bu böyle olur. Siz sözümü dinleyin. Bulun bizim mahalleden bir “yerinden memnun olmayan” tip, sizi ihya etsin. Tıpkı, “Babam ve Oğlum” filminin yapımcılarını ihya ettikleri gibi.

Tamam, pohpohlamalara fazla dayanamayıp -çoluk çocuğun, bizim gazetelere referansla yaptıkları manevi baskıya daha ne kadar dayanabilirdik ki?- gittik. Seyrettik.

Adam sinema dilini yakalamış. Damardan girmiş. Hayatın ortasından konuşturmuş. Sinemanın yapaylığını hayatın gerçeğinin altına saklamayı başarmış. Bravo. Bir “bravo” daha var: Türkiye’de, Ege’de yaşanan bir hikayeyi, “0 din” parolasıyla çekebilme başarısına…

Yahu, damızlık için bir minare ucu da mı gözükmez? Filmin geçtiği Ege kasabası Hıristiyansa kilisesi ve haçı, Yahudi ise havrası ve yıldızı, Müslümansa camisi ve hilali, Budist ise putu ve mabedi olur.

Filmde bir ölüm sahnesi var. Çağan Irmak, kahramanlarına “cennet”, “ahiret” dedirtmemek için ne kadar çabalamış öyle. Yahu bu gavur ölüsü mü? Gavur ölüsü bile dinince dinlenir. Demek ki, “dine karşı yeminliyim” mantığı böyle oluyor.

Müslüman memleketinde, Müslüman halka gavur ölümüne bile yakışmayan ölüm pazarlanıyor. Şimdi, Yeni Şafak’tan Ali Murat Güven’in “İyi Sinemacı İnançsız Olmalıdır” başlıklı yazısından, şu satırları okuyun da, sıkıysa hak vermeyin: “Eğer hayata ve hayat sonrasına ilişkin inançlarınızı, kutsallarınızı, bütün temel değerlerinizi umarsızca bir kenara koyup, önünüze gelen her filme, içerdiği kör şiddete, pornografiye, yıkıcı nitelikteki siyasi ve ahlaki mesajlarına zerrece kafanızı takmaksızın, salt gözlemlediğiniz birkaç teknik ve estetik numaradan ötürü alabildiğine methiyeler düzerseniz, o zaman işiniz kolaylaşır. Bu sektöre yuvalanmış olan hedonist (zevkperest) ve solcu takımı ‘Vay beee, İslâmcılardan böyle entel adam/kadın da çıkar mıymış’ diyerek sizi biraz sever ve sırtınızı sıvazlarlar. Onlar açısından ‘bazı gerici yönleri bulunan, ama buna karşılık yine de kazanılabilir nitelikte’ bir cici oğlan ve cici kız oluverirsiniz.” Ne ekleyebilirim ki buna? Ali Murat Güven noktayı koymuş.

İşin garibi de ne, biliyor musunuz: Bu filmi yere göğe sığdıramayan değerli bir yazarımız, yazdığı romana İslâmcıların Ahmet Altan’a gösterdikleri ilginin zekatı kadar ilgi göstermemesinden yakınıyordu. Neyse. Dinimize imanımıza açıkça ambargo koysa da, sinematografik başarı, bir filmi alkışlamamız için yeterli olabiliyor ya! Helal olsun! Kime olacak? Elbette alkışlayanlara değil; kendilerini alkışlatanlara. Ve dahi, sırtımızdan kazandıklarıyla bir güzel ideoloji pazarlayan ve bizi yok sayıp “var(lık)” bulanlara. Hey bu topraklarda “sıfır din” sloganını ilke edinerek fil(i)m çevirenler!

Baklanız bitli de olsa, korkmayın. Sizin mahallede satmazsa, bizim mahallede satar. Bizimkiler namazda değil filimde ağlamayı daha çok seviyorlar. Satar, satar!

Yorum Yaz