Harameynin Vahhabilerinden Çanakkale’nin Vahhabilerine

Umre için yurtdışında bulunduğum 15 günün gündemini öğrenince “anlaşıldı” dedim kendi kendime; “Garp cephesinde yeni bir şey yok”.

Laik Vahhabiler Çanakkale’yi hurafeden temizleme niyetlerini izhar buyurmuşlar. Çanakkale şehitlerinin mezar taşlarını ne zaman yerle bir edeceklerini ilan ederlerse, belki Suudi türdeşlerinden yardım bile alabilirler.

Çanakkale’den hurafeyi kazımanın ilk adımı orada şehitlerden hiçbir iz bırakmamak. İkinci adım buldozerlerle o bölgenin topoğrafyasını değiştirmek olabilir. Seddü’l-Bahir yıkılmalı. Binlerce Osmanlı askerine mezar olmuş tabyalar mümkünse yıkılmalı, değilse meyhane yapılmalı. Seyit Onbaşı heykeli külliyen bir hurafeyi canlandırıyor. Behemehal yıkılmalı. Bu arada abidenin altındaki küçük müzede sergilenen şehit Mushafları külliyen hurafe. Onlar yakılıp yerine gerekiyorsa Dnt. Tbb. Tuğgeneral Işımer’in onayından geçmiş Latin hurufatla bilgisayarda dizilmiş matbu “Türkçe Kur’an’lar” (!) konulabilir.

Mümkünse hurafenin köküne kibrit suyu dökmek için Çanakkale tüm ziyaretlere kapatılmalı. Bu devrim yasalarına da uygun olur. Böylelikle tüm Gelibolu yarımadasının türbe haline getirilmesi önlenmiş olur. Eğer çok istiyorlarsa insanlar Anıtkabir’e gitsinler efem? Bizim laik Vahhabiler böyle düşünüyor olmalılar.

Aslında “Vahhabi” edebiyatının nasıl çirkin bir istismara dönüştüğünü bildiğimden, bu kelimeyi isteyerek değil, mecburen kullanıyorum. Çünkü bu ülkede mezhebini ve meşrebini pazarlayarak geçinen kimi çevreler “Vahhabi” kelimesini tüm muarızlarının alnına yapıştırılacak en münasip çamur olarak gördüler. Attılar ve “Gör bak neler olacak!” dediler. Gördük baktık ki, Vahhabi karşıtlığıyla geçinen bu çevreler vücudunu teşhir ederek geçinen malum hatunların gerdanlarına Müslümanların sadakalarını dizip sevabına seyrettiriyorlar.

Tiksindik ve geçtik.

Umre refiklerim birikim ve şahsiyet sahibi seçme insanlardı. Bu o kadar belliydi ki, topluca yaptığımız bir tavaf sırasında önünden geçtiğim ağırbaşlı bir Arap’ın yanındakine bu topluğu göstererek “Cümle mümtaze” (Seçkin bir topluluk) dediğini işittim. Kafilenin 1.5 ila 13 yaş arasındaki 36 çocuğu kızlı erkekli bembeyaz ihramlarıyla en önde yer almışlardı. Beyaz güvercinler gibi tekbirlerle, dualarla, salavatla tavaf edişleri gerçekten görülmeye değerdi.

Yol arkadaşlarımızın anlamakta en çok zorlandıkları şey, ziyaret mahallerindeki gönüllü görevlilerin tavır ve davranışlarıydı. Kendi dini anlayışlarına uymayan her farklı tavra “bid’at” gerekçesiyle engel olmaya çalışıyorlar, bunu da kaba ve hoyratça yapıyorlardı. Medine’de mukim bir avukat dost Suudi gönüllülerin bu tavırlarını “durumdan vazife çıkarmak” olarak niteliyordu. Harameyne layık bir ihtiram, nezaket ve zarafet beklerken böyle bir kabalıkla karşılaşmak, kimi konuklar üzerinde soğuk duş etkisi yapıyordu.

Bu tavrın altında yatan mantık ve tasavvuru sorduklarında gerçekten ne diyeceğimi şaşırıyordum. Söyleyeceklerim adil ve mutedil olmalıydı. Gerçeğin sadece bir yüzünü gösterip öbür yüzünü saklayan yarım açıklamalar, karşı kutupta bir başka dengesizliğe yol açabilirdi.

  1. yüzyılda Arabistan’da Muhammed b. Abdulvahhab adlı bir din alimi önderliğinde ortaya çıkan Vahhabilik akımının çıkış sebeplerini anlatıyordum ilkin. Hacca ve umreye gelen cahil kitlelerin işi iyice çığırından çıkarıp, Kâbe’yi tavaf yanında Bedir Kuyuları, Eris Kuyusu, Arafat’taki Rahmet Tepesi gibi belirgin yerleri tavaf etmeye kadar gitmişlerdi. Öyle ki, Hz. Peygamber ve sahabeyle irtibatlı her şey bir fetiş aracına dönüşmüştü.

İşte Vahhabilik bu duruma bir tepki olarak doğdu. Kısa zamanda siyasi potansiyeli fark edildi ve Suud hanedanı tarafından istismar edilerek siyasal bir kaldıraç olarak kullanıldı.

Sonuç tam bir tarih katliamıydı. Tüm sahabi mezarları yerle bir edildi. Baki mezarlığındaki çoğu Osmanlı yapımı olan başta Hz. Fatıma, Hz. Abbas, Hz. Aişe türbeleri olmak üzere tüm türbeler ve abidevi eserler bir tek taşı kalmamacasına tahrip edildi. Peygamber çağıyla bugünün insanı arasında köprü olabilecek her tarihi hatıra bile isteye katledildi. Anıtsal kuyular dolduruldu. Peygamberlik sürecinde önemli rol oynayan mekanlara yapılan mescitler bile yıkılmaya terkedildi. Akabe Biatları’nın yapıldığı yerde inşa edilen ve en son Osmanlı mimarisinin izlerini taşıyan mescit buna örnek. Yüzyılın ortasında dimdik ayakta olan bu mescit şimdi tam bir harabeyi andırıyor.

Kalanlar vardı. 1980’lerin sonunda Bedr’i ziyaret ettiğimde Bedir Şehitliği bir duvarla çevrili olarak melül ve mahzun duruyordu. Gelen ziyaretçilere yerden biter gibi bitiveren işgüzar gönüllüler “Burada bir şey yok. Uhud şehitleri dışında hiçbir savaşın şehitlerinin yeri belli değildir?” diyorlar. Akıllarınca bir “bid’atı” engelleyerek sevap alıyorlar. Gelenlerin hidayete ermesi için bir de berbat bir Türkçeyle yazılmış broşür tutuşturuyorlar elinize.

Daha iki yıl önceki ziyaretimde 7 mescitler diye bilinen Hendek Savaşı’nın yapıldığı yerde savaş sırasında Allah Rasulü’nün atadığı komutanların komuta çadırlarının yerine kurulan mescitler vardı. Bütün bunlara ve Taif’teki “Addas Mescidi”ne ne mi olmuş? Ayrıca, Çanakkale’nin Vahhabilerine de önerilerim var.

Gelecek yazıya.

 

Yorum Yaz