Orada bir dünya daha var!

İki şık vardı: Ya Kâbe’ye yüreğimi koyacaktım, ya da yüreğime Kâbe’yi. “Gittiğim topraklarda yüreksiz neylerim?” dedim ve ikincisinde karar kıldım.

İyi ki öyle yapmışım.

Geldiğim günün akşamı, 14 günlük bir aradan sonra ilk defa haber bülteni izlemek için ekran karşısındaydım. Haber bülteninin, Harem-i Şerif’te, Arafat’ta, Meş’ari’l-Haram’da onardığım ruhumun üzerinden vahşi bir tank gibi geçtiğini hissettim. Onardığım yerleri tarumar ettiğini, diktiğim körpe fidanları hoyratça çiğnediğini fark ettim.

İlk haber, 14 gün öncesinde hacca gidene kadar hiç duymadığım bir isme ayrılmıştı. Haber sorumlusunun, bu ismi birkaç dakika boyunca defalarca tekrarlayarak zorla hafızama sokmaya çalışmasından, bu ülkeyi gasp edenlerin yeni bir “kurtarıcı” ithal ettiklerini anlamakta gecikmedim.

Son 150 yıldır izlediğimiz filmi, oyuncu değişikliğiyle yeniden izliyorduk. İşin garibi ülkeyi batıranlar da, kurtarıcı ithal edenler de aynı ellerdi. Bu son cümlenin aktörlerini kukla sayın. Ülkeyi batıran kuklaların ipi de, onların batırdığını temizlemek için hîn-i hâcette kullanılmak üzere hazır bulundurulan “kurtarıcı”nın ipi de, aynı küresel güç odağının elindeydi. Kur’an’ın tabiriyle “Bise’r-rifdu’l-merfud”!

İkinci haber, Meclis’in ortasında bir milletvekilini yumruklayarak ölümüne sebep olanların kan tahlili sonucunda kanında bulunan maddenin alkolle ilgisi üzerineydi. Milletin milletliği gövdesine indirgenince, vekil de vekilliğini gövdesiyle yapıyordu. Aklıyla yapacak değildi ya! Milletin aklına bunun için mi zeval vermişlerdi yöneten sınıflar? Millet de aklını değil gövdesini çalıştıran vekiller mi göndermişti iradesinin sözüm ona “tecelligahına”?

Üçüncü haber, bir babanın ekonomik sıkıntı yüzünden bunalıma girerek karısını ve öz çocuklarını ekmek bıçağıyla doğraması üzerineydi…

Dördüncü haber, bir futbol maçında seyircilerin üzerine rastgele açılan ateş sonucu yaralananlarla ilgiliydi.

Beşinci haber, fırlayan dolarla ilgiliydi…

Yedinci haber…

Sekizinci haber…

Buraya kadar dayanabilmiştim. Eşime dönüp “Ne memleketimiz var be!” dediğimi hatırlıyorum.

Tekrar içime döndüm. İçimin mutena yerlerinden hâlâ Haceru’l-Esved’in mis gibi kokusu geliyordu. İçimin aydınlık sokaklarında usulca, kirlenmiş ayaklarımla oranın sakinlerini rahatsız etmeden, bir “firari” utangaçlığı içinde ilerlemeye başladım.

Bir köşede, elinde baltası, put kırmak için bekleyen İbrahim’i gördüm. Gümüş gibi ağarmış saçları binlerce yılın ötesinden insana nasıl da itimat telkin ediyordu. Tarihin şahit olduğu ender iman hamlelerinden birinin kahramanı olan bu “Kutlu Peygamber”in neden ellerinde yeniden inşa için harç değil de balta olduğunu anlayamadım. Fakat ta uzaklardan, bana Nuh’un sesiymiş gibi gelen bir ses “Kötü imha olmadan iyi inşa olmaz”, “enkaz kalkmadan imar olmaz” diyordu.

Doğruya ne denirdi ki?

İbrahim Peygamber’in hemen ötesinde Hacer duruyordu. Müebbet hicretin siyah gelini Hacer, “İsmail”ini büyüttüğü halde hâlâ koşuyor gibi geldi bana. Önce niçin koştuğunu anlayamadım. Baktığı tarafa baktığımda, onun kimler için koştuğunu anlamıştım. Belli ki, uzaktan silueti görünen milyonlarca susuz evladı için koşuyordu anaların anası Hacer. Bir yandan da kadınlığına aldırmadan şeytanları taşlıyordu, yavrularına ilişmesinler diye…

“Anaların öfkesi göğü yere indirir” diyorum gayr-ı ihtiyari. O usul ses büyüyor, büyüyor ve yankılanıp bana dönüyor:

Anaların öfkesi!

Anaların öfkesi!

Hacer adı bana yürümem gerektiğini telkin ediyor. Şimdi daha bir güçlü, daha bir şevkle yürüyorum. İsmail görünüyor. Yanından her geçene, “Siz de kendi topraklarınızı ‘harem’ yapın!” diyor. Bunu bir vasiyet gibi söylüyor. “Nasıl?” diyenler oluyor, “Varlığınızı O’na adayarak!” diyor. “Tıpkı senin gibi mi?” diyecek oluyorum, sui edep olacağını düşünerek vazgeçiyorum. Fakat o, daha ilerisini işaret ediyor; “Yürümeyi sürdür, sorunun cevabı orada” dercesine.

Ben de yürüyorum ve önüne gelip durduğum kapı Âlemlere Rahmet, iki ayaklı merhamet, Rasulullah Muhammed’in kapısı…

Müebbet muhabbetin, ebedi risaletin kapısı…

O kapıdan gül kokusu alıyorum.

Bir lanetliler güruhu tarafından kenef haline getirilen zavallı topraklarıma unuttuğu gül kokusunu yeniden hatırlatmak için…

Uyuşan hafızasını uyarıp bir zamanlar “gülistan” olduğunu hatırlaması için…

Belki gülistan olma özlemi yeniden içinde depreşir de bahçıvan arar diye…

Bir de, kendisini kenef haline getiren dünyaya mahkum olmadığını bilmesi için.

Çünkü orada, öylece, ilk günkü gibi ter u taze duran, zamanını bekleyen, gül kokulu bir dünya daha var…

Unutmayın: Orada bir dünya daha var!

( 16 Mart 2001 )

Yorum Yaz