Yeniçeri Sadrazamın kellesini isteyince

”İbretlik Bir Hikaye” başlıklı önceki yazımda Yeniçeri üzerine yazılmış bir romandan yola çıkarak, olayın ibretlik yönüne dikkat çekmiştim. Bugünkü dersimiz yine tarih.

Yeniçeri ordusunun hikayesi, halkına yabancılaşmanın hikayesidir. Bu hikaye, halkına yabancılaşan bir kurumun ilelebet yaşayamayacağının hikayesidir. Dahası, haddini aşmanın, doğru yoldan şaşmanın ve meşruiyetini yitirmenin feci akıbetinin hikayesidir.

Boşuna dememişler “haddini aşan şey zıddına döner” diye. Adaleti sağlamakla görevli bir kurum, haddini aşınca, bizzat zulmün odağı olmaya başlar. Güvenliği sağlamakla görevli olan bir kurum, haddini aşınca, güvenliğin en büyük tehdidi haline gelir.

Yeniçerinin “kelle isteme” geleneği, bir haddini aşmaydı. Bu gelenek maalesef Osmanlı’yla sınırlı kalmadı. Osmanlı sonrasındaki “fetret döneminde” de devam etti. Başbakanın kellesini isteyen 1960 cuntasıyla, Sadrazamın kellesini isteyen kazan kaldırmış Yeniçeri arasında, bir mahiyet farkının olduğunu sanırım kimse söyleyemez.

Çöküş dönemlerinin Yeniçerisi İslam Şeriatının yasakladığı kan dökmeden yağmaya, içkiden işrete varana dek her türlü zorbalığı irtikap eder, yine de kazan kaldırırken “Şeriat isterük!” diye ortalığı velveleye verirdi.

Bu, tarihin en komik paradokslarından biridir.

“Kazan kaldırma” dediğimiz şey, askeri müdahalelerin Yeniçericesiydi. Cumhuriyet dönemindeki darbeler ve müdahaleler de, gerçekte Yeniçeri Ordusunun “kazan kaldırma” geleneğinin modernleştirilmiş biçiminden başkası değildi.

Osmanlı’daki üç sınıftan “seyfiyye”yi temsil eden Yeniçeri Ordusu kazan kaldıracağı zaman, mutlaka “ilmiyye” ve “kalemiyye” sınıfından kendisine destek çıkacak birilerini tedarik ederdi.

Osmanlı sonrasında “ilmiyye”nin yerini akademik camia ve medya aldı. Kalemiyyenin yerini ise, bürokrasi aldı. Cumhuriyet dönemi askeri müdahale ve darbelerine bu sınıfların içerisinden alkış tutacak mebzul miktarda darbe heveslisinin çıkması da, işte bu yüzden geleneğe uygun bir seyir izlemekte.

Yeniçeri kazan kaldıracağı zaman, bunun “fetvalı” olmasına azami oranda özen gösterirdi. Eğer Şeyhülislamdan bu fetvayı tehditle alamazsa, onu etkisiz hale getirir ama fetva alacağı bir “merci” mutlaka bulurdu. Doğrusu, Yeniçeriye karşı çıkmak için mangal gibi bir yürek isterdi. O da herkeste bulunmazdı. Bulunan da, bunun faturasını bazen hayatıyla, bazen makam ve itibarıyla, bazen de ekmeğiyle öderdi.

Yeniçerinin elinde kazan kaldırmak ve kelle istemek için “bürhân-ı kat’î” (=kesin delil) yoksa da, “bürhân-ı kâtıa” (=kesici delil) vardı. Nasıl olsa bu ikincisi birincisinden daha etkiliydi. Çünkü bir nice “bürhân-ı kat’î” sahibinin dili, “bürhan-ı kâtıa”yı görünce lâl olurdu.

Kazan kaldıran yeniçerinin iştahını, istediği kellenin kendisine verilmesinden daha fazla hiçbir şey kabartamazdı. Önce alt kademeden kelleler istenirdi. Aslında bu bir yoklama, el ense çekmeydi. Muhataplarının direncini bu yolla ölçerdi Yeniçeri. Kelle verildikçe bir üst kademeye çıkılırdı.

Kelle talebi en sonunda, kelleyi verip de kellesini kurtarmaya çalışan Sadrazama kadar uzanırdı.

Bazen Yeniçerinin iştahı o kadar kabarırdı ki, Sadrazamın kellesiyle de yetinmez, II. Osman’da, III. Selim’de olduğu gibi, “devlet”i temsil eden bir numaralı şahsın, yani Padişahın kellesini ister ve alırdı.

Padişah, Osmanlı sisteminde “devletin sembolü” idi. Ama devlet değildi. Zaten hiçbir padişahın Fransa Kralı 14. Lui gibi “Devlet mi? O benim!” dediği duyulmamıştı. Fatih Sultan Mehmed’le başlayan “İmparatorluk süreci”nin kudretli hükümdarları bile, kendilerinin “şer-i şerifin ahkamıyla mukayyet” olduklarını bilirlerdi. Öyle olmasaydı Zembilli Ali Efendi Yavuz’un, Ebüssuud Efendi Kanûni’nin kimi haksız taleplerine, nasıl cesaretle “hayır” diyebilirlerdi?

Fakat Padişah Osmanlı sisteminde devletin tüzel kişiliğinin “mücessem timsali” idi. Yıldırım örneğinde görüldüğü gibi, onun varlığı devletin birlik ve dirliğinin garantisiydi. Özetle, Yeniçerinin kalkan kazanının içine Padişahın kellesinin düşmesi demek, devletin kellesinin düşmesi demekti.

Tabi ki bütün bu süreçte olan millete olurdu. Kendi boğazından kısarak verdiği vergilerle beslediği Yeniçerinin savunması gereken değerlere saldırdığını gören halk, “benden ekl ü bel’ ettiklerin haram olsun, gözüne dizine dursun” dedi.

Halkın verdiğini haram etmesi, annenin sütünü evladına haklı bir gerekçeyle haram etmesi gibi bir şeydi.

Tarihler 15 Haziran 1826’yı gösterdiğinde Dersaadet’te olan biten her şey, Yeniçerinin halkın göğsünden emdiklerinin, kendi burnundan gelmesiydi. O kadar.

Görüyorsunuz ki tarih, hayli öğretici. Hele bu tarih, bu topraklarda yaşanmışsa. Bu tarihi bilgileri tazeledikten sonra, gelin de “tarih ilimlerin anasıdır” diyen otoriteye hak vermeyin.

 

Yorum Yaz