At gözlüğüyle değil, at gözüyle bakmak

“Kapsamlı görüş, derin bakış, kuşatıcı muhakeme, bütünü kucaklayan yaklaşım, işin iç yüzüne nüfuz etme” gibi anlamlara gelen firaset kelimesi, “at” anlamına gelen “feres”ten türetilmiştir.

Galat-ı meşhur olarak daha çok feraset şeklinde kullanılır olmuştur.

Feraset, olaylara “at” gibi bakmaktır. Bilinen bir gerçektir ki, atlar insan gözüne göre çok yetenekli bir göz yapısına sahiptirler. Atların gözü bir hilkat mucizesidir. Gözün yüzdeki konumu, mükemmele yakın ve kapsamlı bir görüş açısı sağlar. Göz kasları 360 derece dönebilecek şekilde halk edilmiştir. Bu sayede sadece öndeki bir şeyi değil yandaki ve hatta arkadaki bir şeyi de fark eder. Aynı zamanda iki gözü ayrı ayrı kullanma yeteneğine de sahiptirler.

Feraset, işte bunun için olaylara at gibi bakmayı ifade eder. Kabuğuna değil içine bakmayı, görüneniyle yetinmeyip görünmeyenine nüfuz etmeyi, maskesiyle aldanmayıp maskenin altını yoklamayı, bir açıdan değil birçok açıdan gözlemlemeyi, sadece sözüne değil özüne de bakmayı?

Atlara işte bunun için at gözlüğü takarlar. Sadece gittiği istikameti görsün, önüne baksın ve sahibini sürdüğü yere ürkmeden taşısın diye. At gözlüğü aslında atın görüş alanını kısıtlama amacını taşır. Ona verilen görme yeteneğini minimuma indirir. Tek açıya hasreder. Ürküp sırtındaki atmaması için bu gerekli ve yararlıdır da.

Fakat atlara takılan at gözlüğünü insan kendi kafasına geçirirse, bunun bir yararı yok. İnsan için görmek anlamına gelen nazar, aynı zamanda düşünmek, akletmek, fehmetmek, fıkhetmek anlamlarına gelir. Aynı şey, nazar’ın eş anlamlısı olan ru’yet kelimesi için de geçerlidir. Mesela aynı kökten türetilen re’y, “görüş, bakış açısı, düşünce stili, bir konu hakkındaki kanaat” anlamına gelir.

Nazar ve rey sahibi olmak, at gözlüğü kullanmamayı gerektirir. Bakılan şeyin sadece kabuğuna değil içine, konuşanın sadece sözüne değil özüne (yani imanına ve ameline) bakmak ferasetle bakmak, yani at gibi bakmaktır; at gözlüğüyle bakmak değil.

Bu meyanda Allah Rasulü beni her hatırladığımda etkileyen şu uyarıda bulunur: “Müminin ferasetinden sakınınız; zira o Allah’ın nuruyla bakar.” (Tirmizî, 5/298)

Allah’ın nuruyla bakmak, Allah’ın gör dediği yerden bakmaktır. Allah’ın nuruyla bakmak, Allah’ın gösterdiği yerden bakmaktır. Vahiyle inşa olmuş bir aklın önemi burada öne çıkıyor. Allah’ın gösterdiği yerden bakmayanlar, şeytanın gör dediği yerden bakarlar ve onun gösterdiğini görürler.

Rasulullah Allah’ın nuruyla baktığı için baktığının dış yüzüyle yetinmez, onun iç yüzüne nüfuz etme çabası sergilerdi. Vahiyde onu bu bakışa yönlendirirdi. Medine münafıklarının yaptırdığı görkemli mescit olan Mescid-i Dırar’ı yıktırılması, işte böyle bir bakışın eseri.

Görünüşte mescit. Yüzeysel bakan, ne âlâ canım der, adamlar kocaman cami yapmışlar, bunun neresi kötü? Eh, kabuğundan bakınca öyle görünüyor. Adıyla, sanıyla, görüntüsüyle, mimarisiyle cami… Ferasetle bakınca işin iç yüzünün hiç de öyle olmadığı görülüyor. Sizin dışardan mübarek mabet sandığınız yapı, içerden imanın altını oyan bir fesat yuvası imiş meğerse.

Müslümanlar saf, temiz insanlar. Çabuk tufaya geliyorlar. Allah düşmanları, iki çift lafla onların gönüllerini almayı başarıyor. Fakat beri taraftan ciğerini söküyor, haberi yok. Neden böyle?

Bunun birçok sebebi var. Birincisi, Allah’ın nuruyla bakmıyorlar. Yani, vahyin inşa ettiği bir gözle bakmıyorlar. El-Mücerreb la-yücerreb: Denenmiş denenmez. Ama onlar bir daha bir daha denemeye kalkıyorlar. Ne diyordu Efendimiz: “Mümin bir delikten iki kez sokulmaz.” Fakat bizimki bir delikten defaatle sokuluyor da, yine de aldırmıyor.

Hamasete kolay tav oluyorlar. Sanırım bu biraz öksüz ve yetim olma psikolojisinden kaynaklanıyor. Başını okşayan her eli dost eli sanmak yani… Oysa bazı densizler elindeki pisliği çağın öksüz ve yetimi olan Müslümanların başına siliyor. Allah korusun! Elin sahibine bakılmazsa, pis elleri tutup, gözyaşlarıyla öpüp başa koymak işten değil.

Allah gözümüzü açsın.

Yorum Yaz