Diyanet’in işi zor

Artık iyice anlaşılmıştır ki, din bu toplumda sadece dindarların değil, dinle bağlarını koparmış olanların dahi kayıtsız kalamayacağı kadar köklü ve etkili bir kurumdur.

İşte, adına “devlet” denen soyut varlık dahi dinsiz yapamıyor. Çok istemesine rağmen dinden bir türlü kopamıyor. Laikliği anayasaca tescilli ender rejimlerden birine sahip olmamıza rağmen böyle bu. Laikliğin, onu kendi iktidar tekellerinin sigortası olarak görenlerce bir tür “karşı din” gibi kurgulanmasına rağmen böyle.

Bunun çok çeşitli nedenleri var. Başta tarih bırakmıyor yakalarını, coğrafya ve toplumsal hafıza bırakmıyor. Bırakmayacak da. Ama onlar da, hem dinin hem dindarın yakasını bırakmıyorlar. Bu çekiştirme sonucunda yırtılma ve kırılmalar oluyor. Bu faylarda biriken enerji kendini dışa vuruyor. Bir tür manevi deprem bu.

Bu manevi depremi en az zararla atlatacak olanlar, din binasını sağlam temeller üzerine yapanlar olacak. Dinini ciddiye alan ve dindarlığını “hissi dindarlıktan ilmi dindarlığa” kaydıranlar olacak.

Bunu yapmayanlar mı? Görüntülü ve yazılı medyanın tasallutuna her an maruz kalmaya mahkum olacaklar. Kafaları karışmakla cezalandırılacaklar. Bu, dinlerini medyadan öğrenmenin bedeli olacak. Şikayet edecekler, şikayetleri bizi de bizar edecek. Fakat şikayet etmeye hakları olmadığını birilerinin söylemesi gerekmez mi?

O birilerinin en başında, işi bu olan Diyanet gelmekte. Son atamalarla liyakat ve ehliyet sorununu çözme yoluna giren ve kendisinden umut kesenlere yeniden umut veren Diyanet.

Diyanet’i konuşmak dini konuşmak kadar netameli. Konuşurken adil ve mutedil bir bakış açısı tutturmak zor. Yukarıdaki bıyığı aşağıdaki sakalı sakınma hassasiyetiyle titremekten Parkinson olmamak işten değil. Hangi şartlar atında görev yaptıklarını bilmek, insanın elini kolunu ve dahi dilini bağlıyor.

Son yazımdan bir buçuk paragrafı Diyanet ve İlahiyat camiasının medyadaki açıklamalarına ayırmıştım. Diyanet’in, dinin özünde sivil bir kurum olduğu gerçeğini hiç unutmaması gerektiğini, bunun kendi varoluş gerekçesine uygun olduğunu hatırlatmıştım. Bunları kurban konusundaki son açıklamalar bağlamında söylemiştim.

Diyanet, Başkan’ın kurban konusundaki son açıklamalarıyla ilgili bir “Basın Açıklaması” gönderdi. Bu açıklamadan, bizi rahatsız eden şeylerin Diyanet’i de rahatsız ettiğini öğreniyoruz. Kurbanın “vacip mi sünnet mi olduğu konusu”, eline aldığı her konuyu sulandırıp vıcık vıcık çamur etmekte usta olan medya tarafından yine sulandırılmıştı. Açıklamada bu durumdan şöyle şikayet ediliyordu:

“Daha sonra bazı basın organlarında oldukça uzun süren programın geneli içinde söylenenler bir bütün olarak değerlendirilmek yerine, içinden sadece bir cümle seçilerek, kurbanın ” vacip mi sünnet mi ” olduğuna dair sığ bir tartışma başlatılmış ve maalesef her zaman olduğu gibi dini bir konu polemik konusu yapılmıştır.”

Aslında Diyanet’in bunu tahmin etmesi gerekiyordu. Bu yeni bir şey değildi ki. Medyamızın hali bu. Dünyanın en ciddi konusunu getirin, üç vakitte balçığa çevireceklerine dair her iddiaya girebiliriz.

Kurban konusunda söylenenler aslında doğru şeyler. Fakat “vacip” ve “sünnet”in kavramsal karşılıkları, metodolojik dayanakları, müeyyide ve taalluk ettiği ahkam konusunda hemen hiçbir altyapısı olmayanların eline geçince, neler olacağını kimse tahmin dahi edemez. “Dinde reform” takıntılı sapıkların bununla siyasi ve ideolojik şehvetlerini tatminine kim mani olabilir? Ya da “mezhep” takıntısı olan cahillerin “Mezhep elden gidiyor!” naralarına?

Açıklama, bu risklerin farkında olunduğunu gösteriyor.

Evet, her tür bilgiye bir tuşla ulaşılan bir çağdayız. “Sus konuşma!” demenin, “Senin aklın ermez!” yollu yaklaşımların iler tutar yanı yok. Konuşulacak, yazılacak, buna kimse engel olamaz, olmamalı.

Fakat bilmeyenler kadar bilenler de konuşmalı. Cehalet kadar ilim de cesur olmalı. Din-devlet ilişkilerindeki sorunlu yaklaşım yüzünden toplumun en cahil bırakıldığı alan olan dini konularda sükut da, medyatik ve popüler söylem de yanlış. Tekrar ve ısrarla dini hükümleri tüm gerekçeleri, illetleri, dayandıkları farklı naslar ve bu nasların tüm farklı yorumları kınayıcının kınamasından korkmadan kamuya açıklanmalıdır. Bu kolektif aklın ulaştığı seviyeyi dikkate alan bir yaklaşım olur.

Fakat bir sorun var: Din konusunda asıl cahil olan halk değil, kendini devlet yerine koyan her kimse onlardır. Bu alanda “derin”lik arttıkça cehalet de katmerlenmektedir. Asıl cevaplanması gerekli soru şudur: “Devletin din konusundaki cehaletini kim giderecek?” Diyanet bunu yapamadığı sürece doğrunun yarısını söylemiş konumuna düşecektir.

Tekrar ediyoruz: Doğrunun yarısı söylemek, doğruyu söylemek değildir.

 

Yorum Yaz