Diyanet’ten hayırlı bir adım

Kurumlar da tevbe etmelidir. Çünkü bazen günahlar ve sevaplar kurumlaşabilmektedir.

Günümüzde, tam da günahın -hem mecazi hem hakiki anlamıyla- kurumlaştığı bir durumu yaşamaktayız.

Diyanet, Postmodern Darbe sürecinde çok günah işledi. En azından yapılan bunca zulme sessiz kaldı. Bazen kendisi de ucundan kıyısından bu “postmodern günaha” bulaştı.

Oysaki dine karşı yapılan çirkin saldırılara ilk karşı çıkması gereken kurum Diyanet’ti. Çünkü Post modern Darbe sürecindeki saldırılar kurumsal saldırılardı. Kurumsal saldırıya bireysel savunma kifayet etmedi, edemezdi de. Ezdi geçti. Elbette kurumsal savunma gerekiyordu. Ve bunu da, her şeye rağmen Diyanet’ten beklemek, Müslümanların en doğal haklarıydı. Fakat Diyanet şimdiye kadar tüm beklentileri boşa çıkardı.

Zulüm karşısındaki suskunluğuna hangi mazereti geçirirseniz geçirin, bu onu aklamayacaktır. Fakat hakkını da yemeyelim; geri adım atmamakta direndi. Onun, sadece olumsuz anlama gelen suskunluğunu görüp de, olumlu anlama gelen suskunluğunu görmemek olmaz. Evet, malum sürecin mimarlarına “Nasıl fetva arzu buyururdunuz? Farz mı olsun, vacip mi?” türünden temenna çakan (z)ulema-yı rüsum gibi de yapmadı. En azından suskun kaldı.

Tabiî ki Diyanet, sadece tevbe etmekle kalmamalıydı. Aslında onun, günah işleyen kurumları tevbeye çağırmak gibi bir görevi de olmalıydı. Diyanet, bu süreçte en çok da devleti tevbeye çağırmalıydı. Çünkü malum süreçte “devlet” adına çok günah işlendi ve halen de işlenmeye devam ediliyor.

Ama buna da şükür. Hani o at yerine eşekle gelin giden evde kalmış kızın hikayesini hatırlayın: Gelin alayını izleyen bir miniğin “Aa, geline bak, eşeğe binmiş!” dediğini duyunca; eşeğinden mümkün olduğunca eğilerek “Buna da şükür kızım!” demiş ya…

“Güncel Dini Meseleler İstişare Toplantısı”, neresinden bakarsak bakalım hayırlı bir adımdır. Diyanet’i bu teşebbüsünden dolayı tebrik ediyoruz. Umarız göç gide gide düzelir ve bu hayırlı adım eksikleri noksanları tamamlanarak “sırat-ı müstakim” üzere gerçekleşen bir “yürüyüşe” dönüştürülür.

Toplantıda alınan kararların birçoğu, öteden beri savunduğumuz görüşlerdi. Bu haliyle karar metni, altına imza atılacak bir metin olmuş. Düzeyli, dengeli, dinin sabitelerini ve değişkenlerini gözeten, geleneği hoyratça süpürmeden fakat onun otoritesi altında da ezilmeden- yeni bir “din dili” geliştirme sancısı taşıyan bir metin.

Bu milletin ihtiyacı var. Piyasa öylesine boş ki, çılgının biri “Ben peygamberim!” diyor, arkasına binler dökülüyor. Emin olun ki, -Hâşâ- “Ben tanrıyım, yere inip ete-kemiğe büründüm” dese, sekülerleştirme politikaları sonucu dininden ve imanından koparılmış on binler içerisinden ona da kul olan binlerce zavallı çıkacaktır…

Yurt içinden, yurt dışından o kadar çok, o kadar çeşitli soru alıyorum ki, tahmin edemezsiniz. Bunlar, tek kişinin, ya da üç-beş kişinin altından kalkabileceği şeyler değil. Bazıları nikah, boşanma, feraiz, tebenni, riba, akitler, yeminler gibi klasik konularda, fakat yeni durumlara ilişkin. Bazıları ise klasik fıkhın çerçevesini çok çok aşan konularla ilgili…

Kim, bu ağır sorumluluğun altına tek başına girme cür’etini gösterebilir ki? Yeni “fetvalar” bile yeterli değil; adlı adınca analım, yepyeni “ictihatlar” gerekiyor. Fakat günümüzde artık içtihat “kişilerin” değil, “kurulların” altından kalkabileceği bir sorumluluktur. Bu kurullar -siz buna “alimler konseyi” de diyebilirsiniz-, sadece bir ülkenin alimlerinden değil, tüm İslam topluluklarının alimlerinden oluşmalı. Bu konseyde yer alan alimler, ilim, takva, irfan ve celadet sahibi, hem temel referansları, hem geleneği hem de bugünü çok iyi bilip bunlar arasında sentez ve analiz yapabilen, meselelere her hangi bir ideolojinin at gözlüğünden değil, ilahi bir inşa projesi olan vahyin penceresinden bakıp “din insan içindir” diyen, “medeniyet perspektifine” sahip kimseler olmalıdır.

Diyanet kurumu, eğer önündeki engeller kaldırılır, kendisi de üzerinde bulunduğu coğrafyanın omuzlarına yüklediği ağır sorumluluğu idrak ederse, bu işi becerebilir. Çünkü bu topraklar, bu işe ev sahipliği yapmak için gerekli olan tarihi misyon ve ufuk çapına sahiptir.

Elbette, her hayırlı girişimde olduğu gibi bu girişimde de eksikler, noksanlar olacaktır. Toplantıdan çıkan “fetva” niteliğindeki kararların kamuoyunda tartışılması da doğaldır. İçtihat içtihadı nakzetmezken, fetva fetvayı neden nakzetsin. Varsa kendisini fetvaya ehil gören kişi ve kurumlar, onlar da kendi gerekçeleriyle kendi fetvalarını yayınlasınlar. Burada bu fetvaları veren kurula düşen “totaliter” bir zihniyetle dayatıcı olmamaktır ki, bunu yapmaya ne “mevzuat” müsait, ne de -bildiğim kadarıyla- kendileri böyle bir şeye niyetliler.

Aslolan, dini konularda konuşması gerekenlerin artık kamuoyu önünde konuşmaya başlamalarıdır. O zaman, susması gereken cahiller hadlerini bilip susacaklardır. Din alanını otoritesiz bırakmak sistemin kasıtlı olarak uyguladığı bir politikanın sonucu muydu, onu bilemem. Fakat görünen durum ne yazık ki bu… Onun için de her alanda işin mütehassısları konuşurken, din alanında tam bir hercümerc yaşanmaktadır.

Ama bu işin yumuşak karnı, Diyanet’in Devlet’le olan “uygunsuz” ilişkisidir. Bundan dolayı, içerisinde Diyanet’in olduğu her fetva ve “içtihat” girişimine karşı, çoğunluğu Ebu Hanife gibi “sivil” kalmayı içtihadın şartlarından bilmiş bir müçtehide bağlı olan Hanefilerden oluşan bir halkın tereddüt sergilemesi, sadece normal değil, aynı zamanda “din sağlığı” açısından “şarttır” da.

Niçin ve nasılı gelecek haftaya.

Yorum Yaz