Seküler politikalar misyonerlere yaramıştır (II)

Time’ın misyonerlikle ilgili dosyasında yer verdiği sözler, 1989 Arjantin doğumlu Evangelist misyoner Luis Bush’a ait.

“İslam 10-40 penceresinin (Müslümanların % 97’sinin 10 ve 40. enlemler arasında yaşadığını kastederek) merkezinden oldukça enerjik bir şekilde yeryüzünün bütün yörelerine ulaşmaktadır. Benzer bir stratejiyle İncil’in özgürleştirici hakikati vasıtasıyla onun kalbine nüfuz etmek zorundayız.”

Hıristiyanlık dışı “dinler” arasında Budizm, Şintoizm, Brahmanizm gibi Uzakdoğu dinleri de var. Fakat Hıristiyan misyonerler özellikle İslam’ı hedef alıyorlar. Yukarıdaki sözler de bunu teyit ediyor.

Neden acaba?

Nedeni, Evangelist misyoner Luis Bush’un da isabetle teşhis ettiği gibi, İslam’ın bir türlü yok edilemeyen cazibesinde yatıyor. Bu öyle bir cazibe ki, kendisini kötü temsil eden dostlarına ve elinde tuttuğu propaganda imkanlarıyla imajını olabildiğince bozmaya çaba gösteren düşmanlarına rağmen yok edilemiyor.

Enerjisi bir türlü tüketilemeyen bir güç İslam. Hem de şimdilerde ABD’nin temsil ettiği modern Batı uygarlığına alternatif olma potansiyelini bağrında barındıran bir güç. Bu güç, dün olduğu gibi bugün de milyonlarca insanın hayatını şekillendiriyor, onlara ideal aşılıyor, bilinçlerini ve kimliklerini inşa ediyor.

Küresel hegemonik güçlerin tüm çabası bu gücün meydan okuma potansiyelini yok etmek. Onu, dişleri ve tırnakları sökülerek “uysallaştırılmış” ve “evcilleştirilmiş” bir aslana çevirmek. Bu da İslam’ı ve Müslümanları hayatı dönüştürme ve onu yeniden inşa etmeye dair iddialarından vazgeçirmekle mümkün.

Yani İslam’ın insanın yaratılış amacına uygun bir hayat inşa etmek için ısrarla istediği dünyayı İslam’ın elinden alarak onu buharlaştırmak ve bedensizleştirmek. Eğer İslam bedensizleştirilebilirse, bu hayata yönelik tüm iddialarından da soyutlanmış olacaktır. Tüm iddiaları “öbür hayat”la sınırlı, salt “ahretlik” bir “eskatoloji” olup çıkacaktır.

İnanç sistemlerinin elbette bir “öte dünya” tasavvurları vardır. Hatta ahiret inancı, İslam adlı insanlığın değişmez değerlerinin en temel rüknü ve nihai amacıdır. Bu amaç ancak dünya adlı araçla bir anlam ifade eder. Bu yüzden “bu dünyasız” bir “öte dünya” düşünülemez.

Hıristiyan misyonerleri için İslam’ın birincil hedef olması, İslam’ın her zaman ve mekanda geçerli olan bu niteliği yüzündendir. İslam, ezeli dünün ve ebedi yarının olduğu kadar her neslin “şimdi ve burada”sının da inşa edicisidir. Asli hüviyetinden uzaklaşmadığı her yer ve zamanda o asla nesneleştirilemez. Hep öznedir, aktiftir, aktüeldir, etkendir, etkindir.

Eline aldığı eşkıyadan “evliya”, eline aldığı taştan “taçmahal”, eline aldığı cahiliyyeden “saadet çağı”, eline aldığı evladını diri diri gömen bir babadan dünyanın en adil yöneticisi, eline aldığı düşmanın torunlarından fatihler çıkarır. Bu, dinin sahibi olan Allah’ın “İslam” adını verdiği “teslimiyet yolunun” tabiatında var olan bir niteliktir.

İslam’a karşı iki tür savaş açılabilirdi: Birincisi ona cepheden saldırıya geçip onu düşman ilan etmek. İkincisi onu bu niteliklerinden soyutlayıp hayata dair iddialarından vazgeçmiş müzelik bir inanç haline getirmek. Yani fosilleştirmek.

Sizce bu iki tehditten hangisi daha büyüktür?

Elbette ikincisi. İşte halkı Müslüman olan coğrafyalarda yerli-yersiz suni ilkah ürünü kadrolarla uygulanan seküler politikalar, İslam’ı onun mensup olduğu “bu dünyadan” vazgeçirmeyi, bu hayata dair iddialarından yoksun bırakmayı, hayatı inşa edecek insanı yetiştirmesinin önüne geçmeyi hedefleyen politikalardır.

Seküler politikaların en vahim neticesi, İslam’dan habersiz yetişen, onun cahili olan sözde Müslüman bireylerin yaşadığı iç boşluk ve manevi buhrandır. Seküler-laik politikalar sonucu İslam’ı azaltılan ya da tamamen İslamsızlaştırılan birey, bu politikaların uygulayıcılarının planladığı gibi, kendilerine dinin yerine alternatif olarak sunulan yarı-dinleştirilmiş resmi ideolojilere “iman” etmemişlerdir. Edenler olmuşsa da bu yok hükmündedir. Geriye dinden ve imandan uzaklaştırılmış bomboş yürekler kalmıştır.

İşte misyonerler o boşluğu doldurmak için, surda açılan gediklerden “iç kaleye” hücum etmişlerdir. Sonuçta seküler politikalarla dininden soğutulan ya da dinine karşı cahil ve lakayt bırakılan bireyleri “hedef kitle” ilan etmişlerdir. Armut pişmiş, ağızlarına düşmüştür.

Şimdi sormak lazım: Burada eğer bir mücrim aranıyorsa, kemdi insanını misyonerlere “kolay lokma” olarak sunan seküler-laik politikalar ve onların uygulayıcıları mı, yoksa misyonerler mi suçlanmalıdır?

Aklı başında herkesin birincileri işaret edeceğinden kuşkum yok. Diğerleri inançlarının gereğini yerine getiren insanlar. Onlar suçlanmayı değil, belki bir yerde tebrik edilmeyi hak ediyorlar. Çünkü onlar “Hıristiyanım” demişler ve dinlerini ciddiye alıp gereğini yapmışlardır. Asıl suçlular “Müslümanım” deyip de dinlerini ciddiye almayan, hatta ona bir misyonerin düşman olduğundan daha fazla düşman olan, dolayısıyla onu “birinci tehdit” ilan edip ona karşı savaş açanlardır.

İşte onun için diyoruz ki, bu ülkede seküler politikalar misyonerlere yaramıştır. Bu politikaları benimseyenler daha işin başında bunu mu hedeflemişlerdi, bilemiyoruz. Fakat sonuç ortada: Babalarını ömründe bir kez Kur’an okurken görmeyen evlatlar, şimdi eski dindaşlarını İncil’e ve “Tanrı’nın Oğlu”na iman etmeye çağırıyorlar.

Utanması gereken kim?

 

Yorum Yaz