“Ulü’l-emr”e itaat mi? O da kim?

Epey oluyor, Kürşat Bumin, bir ara Zekeriya Beyaz’ın “Allah yöneticinin emrine itaat etmeyi emreder” türünden bir incisini köşesine taşımış ve hayli çekingen bir dille bunun gerçekten de böyle olup olmadığını ehlinin sorgulaması gerektiğini ima etmişti.

Bumin, Beyaz’ın söylediklerinden kuşku duymakta yerden göğe haklı. Aslında bu yaklaşım, yalnızca sağlıklı bir akla değil, aynı zamanda Allah’a ve Kur’an’a da aykırıdır. Dahası, hiçbir kayıtla sınırlamaksızın “Allah’ın yöneticiye itaati emrettiğini söylemek” Allah’a da vahye de açık bir iftiradır.

Beyaz’ın diline doladığı ayeti, ondan önce başkaları da işine geldiği gibi diline dolamıştı. Bunların başında 12 Eylül darbesinin kudretli generali Evren gelir. Muhafazakar kentlerdeki nutuklarında, “ulü’l-emre itaati” emreden Nisa 59. ayeti dile getirerek, halkı kendisine itaate çağırıyordu.

Bunun adı rivayet istismarcılığıdır. Yeni bir şey değildir. İslam tarihi, istismar edilen rivayetler ve onları kendi zihniyetleri için kaldıraç olarak kullanan istismarcılarla doludur. Konumuz esasen bu değildir. Konumuzun ne olduğunu bu köşeyi takip eden okurlar hatırlayacaklardır: Adalet merkezli siyasetten, güvenlik merkezli siyasete geçiş…

İslam inanç sisteminin merkezini teşkil eden Allah inancı, adalet düşüncesinin illetidir. Zulüm, Allah inancıyla bir arada düşünülmesi mümkün olmayan bir kavramdır. Bu nedenledir ki, İslam’da hemen her tür emir ve yasağın (Mesela oruç, namaz, hac emirleri; içki, domuz eti vs. türü yasaklar gibi), zorunluluk hallerinde mubahlık durumu söz konusudur. Fakat zulmü mubah kılan bir zaruret hali söz konusu edilmemiştir.

Mesela, “Zulüm yasaktır ama devletin âlî menfaatleri hatırına, ya da hikmet-i hükümet adına olursa mubah olur” diye bir şey düşünülemez. Bir yönetici zulmeder de, ardından İslam için, Allah için zulmettiğini söylerse, bu iki kere zulüm olur: Hem mazluma, hem de İslam’a.

Fakat geleneksel İslami tasavvurda itaat ahlakı, “güvenlik” gerekçe gösterilerek adalete bir biçimde öncelenmiştir. Allah inancının insan-insan ilişkilerindeki doğal ve kopmaz uzantısı olan adalet ilkesi, güvenlik söz konusu olduğunda göz ardı edilebilir bir şey olarak görülmüştür.

Bu, İslam toplumlarının pasif muhalefet tarzının da temel nedenidir. Hatta İngiltere’nin başkentinde bir milyon insan “Savaşa hayır!” diye haykırırken, halkının kahir çoğunluğu Müslüman olan Türkiye’den çıkan sesin cılızlığının sebeplerinden biri de budur. Tabiî burada, cari sistemin, yıllar yılı İslâmî muhalefeti görüldüğü yerde başı ezilmesi gereken bir yılan olarak tanımladığını da hatırlamak gerek.

Biz yeniden konumuza dönelim ve soralım: Sahiden İslam, “Kitab’a uymak” yerine Kitab’ı militer aklına uyduran birilerinin dediği gibi her ne olursa olsun, kayıtsız şartsız “yöneticilere itaati” mi emretmektedir?

Her şey, Nisa 59’da geçen “ulü’l-emr” (emir sahipleri) kavramının, semantik bir dönüşüme uğramasıyla başladı. Ulü’l-emr, “emretme yetkisine sahip olan” anlamına da alınabilir. Emretme yetkisine sahip olanlar kimlerdi? Bir biçimde, iktidar erkini eline geçirenler. O halde, kim iktidar erkini eline geçirirse, ona tıpkı Allah’a ve Rasulü’ne itaat edildiği gibi itaat edilmeliydi.

İşte geleneksel “itaat ahlakı”nın dayandığı analoji buydu.

Fakat burada sorgulanmayan bir şey vardı: Emir sahibinin meşruiyeti. Yani bir emri meşru kılan şey neydi? Salt o emri veren kişinin iktidar sahibi olması mıydı emri meşru kılan? O zaman, “Cihadın en büyüğü zalim yöneticiye karşı hakkı haykırmaktır” diyen Hz. Peygamber’i nereye koymalıydı?

“Kur’an’ın Tercümanı” lakaplı İbn Abbas, yukarıdaki ayetin kötü niyetlilerin istismarına alet edildiğini görünce, “emir sahipleri” ibaresini “bilgi sahipleri” diye açıklamıştı. Bunun anlamı, itaatin meşruiyetinin “güç ve servete” değil, “bilgiye” dayalı olmasıydı.

Bu o kadar böyleydi ki, Hz. Peygamber’in vahyin emri dışında kalan kişisel tercihe dayalı emirleri bile, bu kapsamda değerlendirilmişti. Kur’an “Onunla toplumsal bir iş görüşmek için bir araya geldiklerinde, onun iznini almadıkça (onun görüşünden) asla ayrılmazlar” (Nur 62) diyerek, bir tür “yapıcı muhalefet” tarzının zeminini hazırlıyordu.

Biz “ondan izin anlamadıkça” ifadesinin ne anlama geldiği, Hz. Peygamber’in kişisel talimatları karşısında sahabenin nasıl yapıcı muhalefet sergilediğini ve Hz. Peygamber’in de bu çok sesliliği, çok özel otoritesine ve yetkisine rağmen nasıl yüreklendirdiğinin güzel örneklerini görüyoruz.

Bedir savaşında Hz. Peygamber ordu için yer göstermiş, Hubab b. Münzir bu görüşe muhalefet için şöyle izin istemişti: “Bu vahiyle mi bildirildi, yoksa sizin kendi görüşünüz mü?” İkincisi olduğunu öğrenince, muhalefetini dillendirmiş ve Hz. Peygamber de onun “bilgi”ye dayalı görüşüne uymuştu. Yine aynı muhalefet iznini, ayrıldığı kocasına dönmesini emrettiği Berire isimli bir genç kadın da almış ve bu izin üzerine muhalefetini sergilemekten çekinmemişti. Rasulullah’ın ona mukabelesi ise, müstesna konumunu ve tartışılmaz otoritesini gerekçe göstererek susturmak değil, sadece sıcak bir tebessüm olmuştu.

“Sıcak bir tebessüm”… Unutmayın o bir Peygamber. Ondan sonra peygamber yok.

Bunları niçin anlattım? Şunun için: Bunlar bilinmeden “güvenlik merkezli” bir siyasetten, Kur’an’ın öngördüğü “adalet merkezli” bir siyasete geçilemez de ondan.

 

Yorum Yaz