Yetimlerden ne çıkar? (2)

Erick Muhammed 13, Steven Ahmed 9 yaşında.

Erick Muhammed yeni ailesine kavuştuğunda, henüz 6 yaşında küçük bir çocukmuş. Sanırım diğeri de, o yaşlarda katılmıştır Kadir Beyin ailesine.

İkisi de, Amerika’da örneği bolca bulunan analı-babalı yetimlerden. Bu çocuklar, abartısız, sayıları yüz binleri bulan emsalleri içinde en bahtlı olanları. Çoğunu bekleyen akıbet, bir “yetiştirme yurdunun” ebeveyn şefkatinden mahrum duvarları.

Amerikan hayat tarzı, analı-babalı yetim ve öksüzler üretiyor. Bu tip çocukların çoğu, “baba” nedir tanımıyor. Amerikan hayat tarzı, zevkin şefkate, “bana ne”ciliğin sorumluluğa, nefsani “özgürlüğün” (!) adalete, fiyatın değere, paranın onura, köpeğin çocuğa, ambalajın muhtevaya, maskenin yüze, teşrifatın samimiyete tercih edildiği bir hayat tarzı.

Aile mefhumu, insanın var edilişinden beri, sorumluluk ve fedakarlık üzerine inşa edilmiştir. Amerikanvari aşırı dünyevileşmiş ve müteal kaynağından hoyratça koparılmış bir hayat tarzı, “sıkıntıya gelemeyen” insan tipi üretir. İşbu tipler evlenmeye kalkınca, olan oluyor ve ortaya dinlemesi dahi insanın tahammül sınırlarını zorlayan dramlar çıkıyor.

Biri Amerikalı biri bilmem nereli iki kişi evlenmeye karar veriyor ve evlilik meyve veriyor. Fakat alkol bağımlılığı, uyuşturucu, sadakatsizliğin eseri olan zina, kumar vb. gibi menhiyat evliliğin sonunu getiriyor. İlk kaçan genellikle baba oluyor. Anne, Anadolu’nun yalçın dağlar gibi derdin altına yüreğini süren analardan değil ki, çeksin. O da su koy veriyor ve çocuklar kendilerini hak etmedikleri bir dünyanın cangılında boğuşurken buluyorlar.

İşte Erick ve Steven’in hikayeleri de benzer bir hikaye. Kadir Bey ve muhtereme eşi onları almışlar. Felçli bir yavruları olmasına rağmen büyütmüşler. Hiçbir özel telkinde bulunmamalarına rağmen, çocuklar kendi arzularıyla, fıtratlarındaki güzelliği din olarak benimseyip Allah’a teslim olmuşlar. Erick telefonda alkolik babasına içkinin “haram” olduğunu tebliğ ediyormuş. “Haram” kelimesini ilk defa duyan baba hayli zorlansa da, Erick’in ısrarı üzerine nihayet haramı anlamış. Anlamış da ne olmuş? Doğruca ilgili dairenin yolunu tutarak “çocuğum elden gidiyor! Çocuğum Müslüman olacak!” diye şikayet etmiş. Zavallı, bilmiyor ki, dünyanın tüm çocukları zaten Müslümandır.

İlgili devlet birimi çocuğu sorguladığında, çocuk yeni ailesiyle çok mutlu olduğunu, onların kendisine ana-baba şefkati gösterdiğini söylüyor. Hatta idarenin istismarına yarayacak kimi bilgileri “bu sorunuza cevap vermiyorum” diyerek reddettiği bile oluyor.

Kadir Bey, “Amerika’da bu durumda çok sayıda çocuk var” diyor. Müslümanları yetim yetiştirmeye ikna edemediğinden yakınıyor. İşin önemini çok iyi kavradığı görülüyor. Üstelik devlet bir miktar yardım da yapıyormuş koruyucu ailelere. Kadir Bey, benim de isabetli bulduğum bir biçimde, “asıl isimlerine kasten dokunmadım” diyor. Sadece birer İslami isim ilave etmiş. Çocukları nüfusuna alırken, çocuklar kendilerine soy isim olarak yeni ailelerinin soyadını almayı arzu etmişler. Kadir Bey, çeşitli mülahazalarla ilkin buna pek istekli olmamış. Çocuklar soy ismini bizimle paylaşmıyor diye içerlemişler bile. İyi mi?

Burada duruyor ve bu yazının ulaştığı her Müslümana açık bir çağrıda bulunuyorum: Kadir Bey örneği, çoğaltılmalıdır. Yetimler, ancak bu yolla İslam’ın çocuğu olabilir. Ecnebi diyarlara ilişkin rüyamızın gerçekleşme yollarından biri, hatta birincisi bu yoldur. Zordur, Kur’an’ın dediği gibi “akabe”dir bu yani “zor yokuş”tur. Tırmanmak için dizde derman, yürekte ferman, gözde fer, gönülde iman olmalıdır. İslam böyle yiğitler yetiştiriyor. Bir tane varsa, daha çok da olabilir.

Kadir Beyin eşini iknada zorlanmış. Yanlış anlaşılmasın, yüksündüğü için değil, İslami mahremiyet hassasiyetinden dolayı. Zaten, bu yöntemi yaygınlaştırmasının önündeki en büyük engelin de bu tür tereddütler olduğunu dile getiriyor. Kadir Bey’in olayı bizzat yaşayan biri olarak, yangından bir can kurtarmanın tadını almış gördüm. Önüne gelen alimi, akademisyeni, din teknisyenini sıkıştırmış belli ki. Fakat birçoğunun “tefakkuhtan” uzak, tuzu kuru bir fıkıhçılıkla kendisini baştan savdığını fark etmiş. Sorulara cevap verme makamındaki alimlerin, değil yüreklerini taşın altına koymak, serçe parmağını dahi taşın altına sokmadığını görmüş. Cevap verirken, hayatın nasıl kenarından dolaştıklarına, “halin ilmi” olan ilm-i hali üretecekleri yerde, verilmiş fetvaları virgülüne dokunmadan, zaman ve zemine bakmadan tekrarladıklarına şahit olmuş. Anlaşılan o ki, sorumluluk almamış ve “tefekkür, tezekkür, tedebbür, tefakkuh ve tefekkür sorumluluklarını yerine getirmek yerine topu taca (yani, bin yıl önce yazılmış kitaplara) atmışlar.

Oysaki klasik fıkıh usulümüz, bir birinden çok farklı zaman ve zeminlerde Müslümanların önlerine çıkan yeni problemlere nasıl çözümler üretileceğinin altyapısı var. Fakihlerin kullandıkları maslahat, mesalih-i mürsele, istihsan, ıstıslah, makasıd, makasıdu’ş-şeria, örf, şer’u men kablena gibi Edille-i Şer’iyye arasına da girmiş kavramların hepsi, İslam’ın “akmadığı için kokuşan bir su” değil, “hayatın içinde gürül gürül akan verimli bir ırmak” olduğunu ispat etme çabasının ürünüdür.

Evlatlık bahsi, daha önce başka bir gazetede yazdığım silsile yazılarda da değindiğim gibi, öyle yüreğini taşın altına koymadan verilen tuzu kuru cevaplarla geçiştirilecek bir bahis değildir. Bu konuda başta Nisa 24. ayetteki “Ve rabaibukumullâtî fî hucûrikum” ibaresi ve sıhhati sabit görüldüğü halde Sünni ulemanın hükme mesnet kılmaktan ısrarla kaçındığı Salim hakkındaki Ümmü Huzeyfe hadisi gibi bir kısım deliller yeniden okumayı beklemektedir.

Sözün özü: Yetimler İslam’ın has evladıdırlar. Yeter ki, yanız karınlarını değil, esas kafa ve kalplerini doyurmaya talip olalım.

Yorum Yaz