Ağlarsa anam ağlar, gerisi yalan ağlar!

Siz bunları ciddiye mi alıyordunuz?

Susmalarında hikmet, sözlerinde dürüstlük, dostluklarında samimiyet, düşmanlıklarında ciddiyet mi vehmediyordunuz?

Yanıldınız dostum, üzerine su için.

Bilmem bu kaçıncı yanılışınız? Ama ilk olmadığı kesin. Söyleye söyleye dilimde tüy bitti; aman “vatan-millet-sakarya” (ilk ikisi Topkapı’da birbirine paralel iki caddenin, sonuncusu depremde yerle bir olan bir ilimizin adıdır) nutukları atanların dolmuşuna binmeyin, “saza niye gelmedin” havalarıyla sizi gaza getirmek isteyenlerin gazına gelmeyin, diye.

Daha yıllar önce, “Bunlar üç-beş eşkıya, üç-beş çapulcu” dediklerinde doğruyu söylemiyorlardı. Bu halkın hafızasızlığına güveniyorlar, nasıl olsa kimse çıkıp sormaz “üç-beş eşkıya idi de niçin 30.000 kişinin ölmesini beklediniz? Üç-beş eşkıyayı bitirmek için 16 yıldır neyi beklediniz? Üç-beş eşkıya, nasıl olur da on milyarlarca dolarlık darbe vurabilir bir ülkenin ekonomisine, nasıl olur da milli gelirin en büyük pastası savaş makinesinin dişlilerine yağ için heba edilir? Üç-beş eşkıya için mi ülkenin yarısı yıllar yılı olağanüstü hal rejimleriyle yönetildi?” diye düşünüyorlardı.

Sahiden, millet çıkıp da sormadı. Yok, sordu da bizim mi haberimiz olmadı? Baksanıza, hâlâ birazcık gaz versen gaza gelecek gibi bir halleri var. Demek ki, ‘büyüklerimiz’ düşüncelerinde yanılmamışlar. Kalabalıklar, bildiğiniz gibi.

“Eşkıya ile pazarlık yapılmaz” derken de doğru söylemiyorlardı. Yalnızca bu halkın saflığından istifade etmek istiyorlardı. Onun için şimdi ağlayan analar bile çıkıp da “Hani eşkıya ile pazarlık yapılmazdı? Yedi saat üç kafadar kafa kafaya verip neyin pazarlığını yaptınız? Hani, yargı bağımsızdı? Hukuki süreç işlerdi? Şeriatın kestiği parmak acımazdı? “Eğer terör örgütü eylemlerine son vermezse biz de idam sürecini işletiriz” demek pazarlık olmuyor muydu?” diye sormadılar. ‘Büyüklerimiz’, bu halkın demokratik haklarını Fransa’nın nakliyecileri kadar dahi kullanmayacaklarından emindiler. Böyle halkı yönetmekten kolay ne var!

Savaş sektöründen beslenen “derin odaklar” da onların sözcülüğünü yapan medya da Öcalan için “terör örgütünün başı, 30.000 kişinin katili” derken ciddi değillerdi. Ben daha o zamandan bunların birbirlerine olan fikri akrabalıklarına dikkat çekiyor, ikisinin de seküler, ikisinin de şovenist, ikisinin de Batıcı, iki zümrenin de halklarını tepeden zor yoluyla değiştirmek için görevlendirilmiş, yabancılaşmış seçkinler olduğunu dile getiriyordum. “Birbirini atarlar, yar başında tutarlar” diyordum, öyle de oldu. Erbakan, “Bu ülkede başbakanlık yapmış birinin Apo kadar da mı haysiyeti yok?” diye hayıflanırken haksız mı?

Söyler misiniz, Öcalan ömründe hiç şimdiki kadar güvenli korundu mu? Şimdiki kadar popülarite ve itibar sahibi oldu mu? Şimdiye kadar bu denli konforlu ve lüks bir hayat yaşadı mı? Hepsinden öte, koca bir ülkenin tüm gündemini kendisine en kanlı eylemler sırasında dahi kilitlemeyi başarabildi mi?

Dolmuşlarına binen zavallılara “Şehitler ölmez vatan bölünmez” sloganı attırarak terör sektörünü siyasi ranta çevirenler de doğru söylemiyordu. Dolmuşa binenlerin, işin gerçeğini anladıklarında ‘ürkekçe’ değil ‘erkekçe’ tepki göstereceklerini düşünürdüm, itiraf ediyorum; yanılmışım.

Ha, az kalsın unutuyordum; “Türkiye’nin onurundan” söz edenler neredeler? Suriye’ye karşı Türkiye’nin onuru olduğunu hatırlayanlar, iş Batıya gelince “Türkiye’nin onurunu” ne yaptılar? Bir ülkenin onuru merasim elbisesi mi ki, bir giyilip bir çıkarılsın?

Tabi ki “onur” edebiyatı yapanlar da doğru söylemiyorlardı.

Aşk nefretle mi başlar?

Öyle derler: “Aşk nefretle başlar.” Bunun en tipik örneğini, karşılıklı olarak Öcalan’ın Türkiye aşkında ve yönetici elitlerin Öcalan aşkında görüyoruz (Hâlâ göremedinizse, biraz daha sabredin).

Benim asıl dikkat çekmek istediğim nokta, Öcalan’ın, bu ülkeyi İttihat ve Terakki’den beri tekelinde tutan zihniyet mensuplarına, “hık deyip burnundan düşmüş” deyimini hatırlatacak kadar benziyor oluşu. En çok da, kendi halkını aldatma, onlara hep yalan söyleme, dolmuşa bindirme noktasında benziyor.

Öcalan “bağımsızlık ve özgürlük” derken yalan söylüyordu. Bir ‘özgürlük savaşçısı’ (!), muhaliflerinin eline geçtiği gün “Bana bir fırsat verin, size hizmet edeyim; her ne yapmam gerekiyorsa emrinize amadeyim!” demez. Demişse, ölen 30.000 canın yarıdan fazlasını oluşturan Kürt çocuklarına yalan söylemiş, onların ölümü üzerinden siyaset yapmış demektir. Dahası, evladını kaybetmiş binlerce Kürt anasının yaralı yüreğine basarak yükselmeye çalışmıştır ki, bundan büyük ihanet olabilir mi?

Ben işte bu noktada da yanıldım; evladını kaybetmiş Güneydoğulu analar “O halde bizim çocuklarımızı geri ver!” diye Apo’nun resimlerini tükürük yağmuruna tutar beklentisi içindeydim. Demek ki, Öcalan da Kürt halkının hafızasızlığına güveniyor, siyasetini bu hafızasızlık üzerine kuruyor.

Özetle, birbirine düşman gibi de gözükseler, bu ülkenin yabancılaşmış elitleri ne kadar da birbirine benziyor; tıpkı farklı ırklardan olup farklı dilleri konuşan bu ülke kavimlerinin hafızasızlık ve tepkisizlikte, dolmuşa binme ve gaza gelmede birbirine benzediği gibi. Netice değişmiyor: Yağmur yağsa da yağmasa da “analar ağlıyor”, “ağlarsa anam ağlar, gerisi yalan ağlar” diyeni doğrularcasına.

Bu benzerlik sadece bununla sınırlı değil: Bu iki düşman kardeşler bir konuda daha aynı gözede buluşuyorlar: İrticaya düşmanlıkta.

Acaba diyorum, çok uzak olmayan bir gelecekte, “irtica ile mücadele” görevinin başına Apo getirilebilir mi?

Laf aramızda, “yakışır haspaya”.

( 17 Ocak 2000 )

 

Yorum Yaz