Yazmak aldırmaktır

Yazmak paylaşmaktır, tanık olmaktır, görmek ve göstermektir, duymak ve duyurmaktır, duyumsamak ve duyumsatmaktır.

Ama hepsinden öte yazmak, aldırmaktır. Okumak da öyle.

Aldırdığımız için, üstümüze alındığımız için, vicdanımızın ve aklımızın üzerine ses geçirmez bir örtü örtmediğimiz için yazarız biraz da.

Aldırdığımız için yazar, yazdıklarımıza aldıran birilerinin olduğunu varsayarız. Yazdıklarımıza aldırılmadığı zaman alınırız. Kör kuyuya taş atmayı istemeyiz. Boşa ve boşluğa seslenmek yerine taşa seslenmeyi yeğleriz; en azından yankı yapar.

Yazı değerini, elbette okuyanın gösterdiği ilgi ve iltifattan almaz. Yazı kimi zaman keşfedilmeyi bekleyen bir “kenzi mahfi”dir. Keşfedicisini buluncaya kadar zamanın altına düşülmüş bir dipnot olarak kalır. Kalıcılığını, o yazıyı doğuran zihnin çektiği sancı belirler.

Başkasını bilmem, benim için yazmak hep sancılı bir neş’e olmuştur. Kelimenin gücünü (kelime sözcüğü “yaralamak” anlamına gelen “kelm”den türetilmiştir ve etimolojisi “şiddet” ve “etki”ye dayanır) fark ettiğimden beri, kelimelerin kokusu, tadı rengi ve dili olduğuna inanırım. Onları koklamaktan, tatmaktan, okşamaktan ve onlarla dilleşmekten ayrı bir zevk alırım.

Bu zevki okuyucumun da almasını çok arzularım. Eğer bunu fark edersem, o zaman aldığım haz ikiye katlanır.

Anlaşılmak için yazarız elbet ve çoğunlukla da yazdıklarımız anlaşılır. Fakat kimi zaman yanlış anlaşılmaktan kurtulamayız. Bunun nedeni hep okuyucu değildir, bazen biz yazıcılar ‘anlatma’ sıkıntısı yaşarız. Bu sıkıntımız, garip ama kimi zaman “profesyonellikten” kaynaklanır.

Yazmaya bir türlü elimizin varmadığı şeyler de olur; sanki bazı konularda yazınca dilimizin “acı biber sürülmüş” bir çocuk diline döneceği zehabına kapılırız. Bazen “kelle getiren posta tatarı” pozisyonuna düşme korkusu, kimi zaman da “felaket tellallığı” kaygısı baskın çıkar.

Örneğin “esas duruş”unu bozmuş bir sürü adamın şurada burada millete “Esas duruş!” komutu verdiğini söylemeye bir türlü dilimiz varmaz. “Yola yatanların, yol üzerine nutuk attıklarını dile getirirsem; bu sözlerim onları yattıkları yoldan kaldırıp tekrar yürümeye mi ikna eder, yoksa “O zaman nutuk da atmayalım!” türü bir yeniçeri tepkisini vermelerine mi yol açar?” diye sormadan edemeyiz. “Eğer sonuç böyle olacaksa, söylememizin yararı nedir?” sorusu kemirir beynimizi.

İşte böylesi demlerde sesinizin yankısı olan duyarlı okuyucu/dinleyici yetişir imdada ve sizin söyleyemediklerinizi, sevimli ‘amatörlüğü’ içinde söyleyiverir. Her gün onlarca e posta alırız ve bunların yarıdan çoğu gerçekten cevap verilmeyecek cinstendir. Kimileri adını dahi yazmazken ‘ahiret sualleri’ sormaya kalkışır, kimileri müstear isimle yazma nezaketini (!) gösterir. Bazıları “chat” yapmak istediğini söylerken, bazıları da aşağıda olduğu gibi ciddi ve sancılıdır; sancısını dile getirir.

Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi’nden M. Niyazi Bey’in gönderdiği şu e posta, onlardan biri ve bir hilkat garibesi diyebileceğimiz “eklektik Müslüman tipini” sorguluyor:

“Sayın Mustafa İslamoğlu,

Bir süredir gazete yazılarınızı ve Kur’an derslerinizi ilgiyle takip etmekteyim. Ülkemizde uzun bir zamandır İslami düşünce ve yaşayış kirliliği olduğu kanaatindeyim. Kimi zaman hurafe, kimi zaman gelenek ve kimi zaman da ideolojik çatışmadan kaynaklanan bir herc ü merc içerisinde kayboluyor Kuran mesajı. Toplum, İslami hassasiyet ve önceliklerini yitiriyor. Böylece günahkar Müslümanlar olmaktan daha da kötü olarak olmayan bir İslam’ı yaşamaya çalışıyoruz. Tabiat boşluk kabul etmez kuralının gereği olarak anlayamadığımız, bilemediğimiz, yahut da dini ve/veya ideolojik karmaşada kaybettiğimiz dinin yerine kendi icad ettiğimiz bir inanc anlayışını ve bu anlayışın beraberinde getirdiği birtakım ritüelleri benimsiyoruz, hayatımıza hakim kılıyoruz. İslam’ın ikincil, üçüncül değerlerini hayatımızın baştacı ederken öncelikli hükümlerini ayrıntı durumuna düşürüyoruz. Bütün bunlara bir de ‘siyasal İslam’ın problematiklerinin İslam’ın ‘problematiklerini’ gölgede bıraktığını, siyasetin dini sürklase ettiğini de eklemek gerekir.

Bu karamsar tabloya rağmen yine de bazı büyüklerimizin olan bitenin farkında olduğunu görmek umut verici. Sizinle birlikte başka bazı yazar ve din adamlarının da toplumumuzun dini hayat problemine bu açıdan yaklaştığını görüyoruz. Ancak sizin “anlama problemi” adıyla göstermiş olduğunuz yaklaşım teşhis bakımından en manidar olanı. Sizden ricam “anlama problemi” teşhisini daha da açıp içini doldurarak sorunun açıklığa kavuşmasına daha fazla katkıda bulunmanız. Bu, 21. yüzyıl Türkiye’sinde yaşayan aydın bir Müslüman olarak İslam’a yapacağınız büyük bir hizmet olacaktır.

Bu satırları, kendisini her şeyden önce ve her şeyin ötesinde “Müslüman” olarak gören üniversite öğrencisi bir gencin kendisi ve toplumu adına gönderdiği bir yardım çağrısı olarak değerlendiriniz. Umulur ki bu sayede oruç tutup faiz yiyen, namaz kılıp yalan söyleyen Müslümanlar olma ayıbından kurtuluruz.

Selam ve saygılarımla.”

Bugün “anlama problemi” üzerine kaleme aldığım yazıların bir uzantısı olarak Kur’an’ı anlama yöntemini ele almayı düşünüyordum. Bu çerçevede klasik tefsir usulü müktesebatı içerisinde adından da anlaşılacağı gibi ‘varılan son nokta’yı temsil iddiasında olan Süyuti’nin el-İtkan’ı üzerinde duracak ve yeni bir anlama yönteminin hangi esaslar üzerine yükselmesi gerektiği konusunda düşüncelerimi serdedecektim. Fakat sütunumu, okurlarımın da hoşgörüsüne sığınarak “anlama konusu”nun önemine de vurgu yapan bu mesajla paylaşmayı daha uygun buldum.

Gelecek haftaya inşallah.

( 31 Mart 2000 )

 

Yorum Yaz