Evliliklere ne oluyor?

Kanayan bir yara bu. Herkes üstünü örtse de alttan alta kan gidiyor.

Korkarım, bu hengamede, bir çok yuva kan kaybından çökecek.

Aile “son kale” idi, değil mi?

Evet, sosyal anlamda aile, bir toplumu ayakta tutan son kaledir. Bir bina için sütun, bir doku için hücre, bir tarla için tohum ne ise, bir toplum için de aile odur. Ailenin birlik ve dirliği, tıpkı suyu oluşturan hidrojen ve oksijenin birliğine benzer. Eğer bu ikisini birleştikten sonra ayırmaya kalkarsanız; biri yanıcı, diğeri yakıcı iki gaz elde edersiniz. Bu durumda ortada sudan eser kalmaz.

Aile, dünyanın her yerinde ve tarihin her döneminde, ahlaki ve dini değerlerle doğrudan irtibatlı bir kurumdur. Bu bakımdan da, bir boyutuyla kutsaldır ve kutsalla alakalıdır. Çünkü, aileyi oluşturan “nikah sözleşmesi” her çağda ve zamanda kutsal ya da kutsal bilinen değerler adına yapılır. Bu ağaç, tohumu sadakat, toprağı şahsiyet, suyu şefkat, güneşi muhabbet, bakıcısı fedakarlık ve ilgi olan bir ağaçtır. Biri eksik olursa, kurumaya yüz tutar.

Dolayısıyla halkının kahir çoğunluğu Müslüman olan bu ülkede aile, İslâmî temeller üzerinde yükselir. Nitekim bu güne kadar İslam ahlak ve yaşam tarzına karşı yapılan iç ve dış saldırılara karşı en sağlam sığınak ve korunak aile olagelmiştir.

Bu, o kadar böyledir ki; islami hayat tarzına karşı düşmanca tavırlar sergileyen zümre ve kurumlar dahi, harcı İslam’la karılan aile kurumunun, 150 yıldan beri “beka” krizine giren bu ülkenin varoluş mücadelesinde oynadığı rolün önemini itiraf etmek zorunda kalmışlardır.

Fakat, işte o son kaleye de nazar değdi…

Dost-düşman herkesin imrendiği aile kurumu, imdat sirenleri çalıyor. Son yıllarda yıkılan ailesini kurtarmak için çırpınan, “Ne olur yardımcı olun!” diyen kişilerin sayısı o kadar arttı ki, inanamazsınız.

Elbette bunda birinci faktör, öteden beri uygulanan ve “mahut süreçte” ivme kazanan İslami hayat tarzına ve onun harcıyla karılan geleneksel kültüre karşı açılan savaştır. Hep söyledik ve ısrarla da söyleyeceğiz: İslam’a karşı savaş açan şunu iyi bilsin ki, bu ülkede yaşayan kalabalıkları “millet” eden değerlere karşı savaş açmıştır. Dolayısıyla, bu savaş sırasında açılan her gedik, sadece İslam’ın surunda açılmış bir gedik değil, aynı zamanda Türkiye gemisinin tabanında açılmış bir deliktir.

Bu hakikati bir kez daha dile getirdikten sonra, konumuza dönerek soralım: Aile kurumunun son yıllarda uğradığı zafiyetin tüm vebalini “ötekine” atarak kurtulmak doğru ve adil bir yaklaşım mıdır?

Elbette değil…

Bu konuda, İslam’ı kendileri için hayat tarzı olarak benimsemiş olan insanların vebali iki kat artmaktadır. Çünkü “model aile” oluşturma misyonu, inançlarının onlara yüklediği bir yükümlülüktür. Onlar bu yükümlülüklerini yerine getirmekten, ne yazık ki aciz görünüyorlar.

Üç-beş yaş psikolojisiyle parayı yeni keşfedip onu her şey sanan Müslüman erkeklerin ikinci eş edinme furyasının açtığı yaralar henüz kapanmamışken, şimdi ondan daha vahim bir durum olan çok çocuklu ailelerin çözülüşleriyle yüz yüzeyiz.

“Ekonomik krizi” geçiyorum. Ancak hemen belirtmeliyim ki; klasik Anadolu ailesinde ekonomik sıkıntı geçmişin hiçbir döneminde bu boyutta boşanma sebebi sayılmamıştır. O halde, ekonomik gerekçeli geçimsizlik ve boşanma vakalarının altında yatan gerçek neden “ahlaki çözülmedir” ve krizin doğru adı olan “adam krizi” aileyi de etkilemektedir.

Benim asıl üzerinde durmak istediğim nokta, ailenin çekirdeğini oluşturan eşlerin kimlik ve kişilik sorunlarıdır. Çünkü bu sorunlar aileye, bir “değer kırıcı” olarak yansıyor ve ailenin huzur kalitesini düşürüyor.

İşin özeti, “aile sorunu” gibi gözüken bir çok sorunun, temelde “insan sorunu”, bir başka ifadesiyle “şahsiyet sorunu” olduğu inkar edilemez bir biçimde ortaya çıkıyor. Bu durumda çekirdek aileyi oluşturan eşlerin birbirlerini suçlamaları da bir şey ifade etmiyor; çünkü bu suçlamalar “şahsiyeti” görmezden gelici, daha çok “cinsiyet” merkezli “erkekçi” ya da “kadıncı” suçlamalar oluyor.

Oysa ki, eğer bir evlilikte “insani ilişkide” sorun varsa, gerisini saymaya gerek yoktur. Çünkü bu, aile ağacının kökünü oluşturur. Kökü kurumuş bir ağacın dallarını ıslah etmeye çalışmak, abesle iştigaldir. Hele kurumuş dalların cins meyve (=çocuk) yetiştirme iddiaları tamamen gülünç olacaktır.

Alınacak en acil önlem, tümden kurumadan bu ağacın kökünü, ihtiyaç duyduğu su, toprak, gübre gibi unsurlarla beslemektir. O zaman “insanlık” ortak gövdesi üzerinde yükselen dallar, birbirini bütünleyen eşler olmanın bilinciyle, cins meyvelere durabilirler.

Örnek ve mutlu ailelerin oluşturduğu evler cennetin dünyadaki şubesi gibi gelir bana.

Tersi ise cehennemin dünyadaki şubesi gibi…

Sahici toplumsal dönüşüm ve değişim hamleleri sokaktan değil “evlerden” başlar; cennetin dünyadaki şubeleri olan evlerden…

Aile mutlaka korunmalı…

NOT: Vakıf Yasa Tasarısı üzerine yazdığım geçen yazı üzerine, vakıf insan Prof. Dr. Asaf Ataseven aradı. Bakanlığın el koyması üzerine açılan davanın Yargıtay’ın ilgili dairesinde de onaylanarak kazanıldığını ve bu sevinci paylaşmak istediğini söyledi. İlgilenen okurlarımızın da bu sevince iştirak edeceklerini düşündüm.

 

Yorum Yaz