Yedi Beyit Üzerinden Âkif’in Kur’an Tasavvuru

Yedi Beyit Üzerinden Âkif’in Kur’an Tasavvuru

Âkif neye tekabül eder?

Âkif yaşadığı çağda haykıran bir vicdana, akleden bir kalbe, aktif bir iradeye tekabül eder.

Âkif, ümmetin yaşadığı akıl tutulmasını, irade zafi yetini, vicdan ataletini görmüş ve gök kubbeye güçlü bir çığlık koyuvermiştir. O, nöbetinde uyuyan sorumsuz bir nöbetçi gibi davranmamıştır. Yangın kulesinin uykusuz nöbetçisi olmuş ve “Yangın var!” diye haykırmıştır.

Âkif şiire basıp vahye tırmanmıştır. Şiiri vahye tırmanmak için, basamak olarak kullanmıştır. Âkif, şiiri, içinde Kur’an taşıyacağı bir kap olarak kullanmıştır. İşte bunun için o, Kur’an şairidir.

Âkif’in Kur’an tasavvurunu, onun şiirleri içinden seçtiğim yedi beyit üzerinden ele almaya çalışacağım. Bu yedi beyti seçerken Âkif’i yumuşatma kaygısı gütmedim. Âkif’in karakteri neyse odur. Bizim kötü bir huyumuz vardır, biz sevdiklerimizi olduğu gibi kendi hakikatiyle sevmek yerine, onlara biçtiğimiz sahte imajları severiz. Fakir böyle yapmayacak. Onun şiirlerinden bu beyitleri seçerken, onun birileri ne der değil, Allah ne der kaygısıyla hareket ettiğinden eminim. O şöyle diyen biri:

Bendeniz de onun Kur’an tasavvurunu ele veren beyitlerini seçerken, onun kaygısından başka kaygı gütmedim. Sözün odun gibi dosdoğru olmasından rahatsızlık duyacak olanlara da, peşinen şifa dilemekten başka yapacak bir şey yok.

1. BEYİT

“Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı,

Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı”

Bu beyit üzerinden Âkif’in söylemek istediklerini şöyle sıralayabiliriz:

İlahî hitaba aracısız muhatab olmak istiyor: Kur’an’ı açıklama iddiasındaki ilimleri ve eserleri Kur’an’a perde yapmıyor.
Lafızperestliği reddediyor: “İlham” anahtar kelime. Âkif Kur’an’ı bir hukuk kuralları kodeksi olarak gören bakışı dışlıyor. Kur’an’dan ilham almaktan söz ediyor. İlham, bir kaynağa, tüketmek için değil üretmek için başvurmanın sembolik ifadesidir. Sadece “Ne dedi” diye yaklaşanlar ilham alamazlar. Ancak “Ne demek istedi” diyenler ilham alabilirler. Kur’an’a lafızcı yaklaşanlar için Kur’an, hacmi ve söz dağarcığı ne kadarsa o kadardır. Fakat Âkif gibi yaklaşanlar için Kur’an, anlam debisi sonsuz bir nehirdir. Lafzı bir kez inse de, manası sonsuz kez iner. Kur’an’dan ilham alanlar, lafız ve mana eksenli bir okumayı yeterli görmezler. Bunların yanına maksadı da eklerler. Kur’an’ın insan aklına kapılar açtığını, zihne bambaşka ufuklar kazandırdığını ancak böyle yaklaşanlar fark ederler. “Ayetlerin teşri yönü”, “Vahyin ruhu” gibi kavramlar ancak Kur’an’a Âkif gözüyle bakanlar için bir şey ifade eder. Esasen bu tarz bir yaklaşım, “Onlar Kur’an’ı tedebbür etmiyorlar mı?” ilahi fermanının bir gereğidir. Eğer Kur’an’a, askeriyedeki “kullanma talimatı” muamelesi yapılacaksa, üzerinde tedebbür etmeye ne gerek var? Hangi asker Sahra Talimnameleri üzerinde tedebbür eder ki?
Her zamanın bir ruhu olduğunu tasdik ediyor: Evet, bu ilahî bir yasa ve kevnî bir kanundur. Bu konu Kur’an’da “O her an yeni bir iştedir” ayetiyle dile gelir. “Her an yeniden yaratan, yaratmaktan bıkıp usanmayan” anlamına gelen Hallâk ism-i şerifi , bu hakikatin kaynağıdır. Bu ismin tecellisinin farkında olan Âkif, her asrın bir idrakinin olduğunun farkındadır. Her asrın bir idraki varsa, elbette onun içinde yaşadığı asrın da bir idraki vardır. Bu asrın idraki, dünkü asrın idrakiyle aynı değildir. Eğer aynı olsaydı bu kadar vahiy yerine bir tek vahiy gelir, binlerce peygamber yerine bir tek peygamber gelirdi. İnsanlıkla yaşıt risalet sürecinin Kur’an vahyi ile son bulması, liderliğin kişilerden ilkelere geçmiş olduğunun göstergesiydi.

Âkif iki şeyin gerekliliğini söylüyordu:

Doğrudan doğruya Kur’an’dan ilham almak.
Alınan o ilham ile İslam’ı asrın idrakine söyletmek.

Bu çift yönlü bir hareketti. İlki almak için “Kur’an’a hareket”, ikincisi getirmek için “Kur’an’dan hareket”. Bunun için iki şeyi çok iyi bilmek gerekiyordu:

Asrı ve idrakini.
Kur’an’ı ve ondan ilham almayı. Âkif bununla eski din dilinin yerine yeni bir din dilinin gerekliliğini telkin ediyordu. Zira din eskimez, fakat din dili eskirdi. Beyitten yola çıkarak eski din dilinin zaafını da anlıyoruz: Kur’an ile doğrudan irtibat kuramayan, Kur’an’a arz edilmemiş kavramlar dünyasının inşa ettiği bir din dili. Buna mukabil Âkif’in ima ettiği teklif şu olsa gerek: Din dilini, asrın anlama düzeyini (idrak) gözeterek yeniden inşa etmek.

Bazıları, Âkif’in bu muhteşem dizelerini “Modernizm önerisi”, en azından “İslam’ı çağa uydurma arzusu” gibi takdim ediyorlar. Bu eğer bilinçli bir saptırma değilse, önyargılı bir okumadır. Her halükarda çirkindir ve itibarsızlaştırma korosunun değirmenine su taşımaktır. Bunu yapanların bir kısmı Âkif sanki, “Asrın idrakine söyletmeliyiz Kur’an’ı” demiş gibi yorum yapıyor ki, bu düpedüz bir tahriftir ve iftiradır. Âkif Kur’an’ı söyleten değil, Kur’an’ı can kulağı ile dinleyip ona uygun bir hayatı, çağının tanıklığında yaşayan bir adamdır. Onun asrın idrakine İslam’ı söyletmekten kastı açıktır: İslam, diğer inanç sistemleri gibi müzelik değildir. İslam’ın her asra ve çağa söyleyecek sözü vardır. İslam her çağa söyleyeceği sözü müslümanların ağzıyla, eliyle ve haliyle söyler.

Âkif’in çağırısı şudur: Ey Müslümanlar! Gelin hep birlikte biz, kendi çağımızda İslam’ın bu asra hitap eden yüksek bir sadakat dili (lisane sıdkın ‘aliyyen) olalım!


2. BEYİT

“İnmemiştir hele Kur’an bunu hakkıyla bilin,

Ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için”

Kur’an şairi Âkif bu beyitte Kur’an’ın1 üzerinde ısrarla durduğu bir hakikati dile getiriyor: Kur’an Eski Mısır’ın “Ölüler Kitabı” gibi bir kitap değil, diriler kitabıdır. Bu hakikati Kur’an şöyle dile getirir:

“Siz ey iman edenler! O sizi hayat bahşeden bir (diril)işe davet ettiğinde, Allah’a ve Elçi’ye icabet edin!” (Enfal 8:24)

Bu ayet, “Gerçek ölüm nedir?” sorusunun cevabını veriyor: Gerçek ölüm, hayattan kopmak değil, hakikatten kopmaktır. “Hayat nedir?” sorusuna vahyin verdiği cevap ise, “hidayettir” şeklinde tecelli ediyor. Vahiy “hayat” derken, maddi hayatı değil manevi hayatı kasteder. Kur’an’ın indiriliş amacı da, manevi ölüleri diriltmektir. Bu hakikati, madden diri olanları manen de diriltmek için indiği halde, ölülere okunması adet haline gelen Yasin suresinin şu ayetlerinden daha güzel ne ifade edebilir:

“Biz ona şiir yeteneği vermedik; bu onun için gerekli de değil: o (vahiy) sadece bir uyarı ve öğüttür; dahası açık ve açıklayıcı bir hitaptır ki bu sayede, (kalben) diri olanları uyarsın ve bunu ısrarla inkâr edenlere karşı verilmiş söz gerçekleşsin.” (Yâsîn 36:69-70)

Kur’an’ın iniş amacı “kalben diri olanları” uyarmaktır. Bunun anlamı, “Kur’an ölülerin değil dirilerin kitabıdır” demektir. Tıpkı Kur’an Şairi Mehmet Âkif’in dediği gibi:

Kur’an ve fal… Birbiriyle asla yan yana gelemeyecek iki şey. Fal Kur’an’ın “Şeytan işi pislik” (ricsun min ameli’ş-şeytan) diye nitelediği bir iş. Gerçi Kur’an bu nitelemeyi putların önünde çekilen fal için yaptı, fakat arkasında putlar yok diye fala da nur falan yağmadı. Zira Kur’an “mubin” fal “muğlak”. Kur’an “yakin” fal “zan”. Kur’an’ın “gaybı taşlamak” (racmen bi’l-ğayb) dediği için de, kaçınılması gereken, hatta günah olduğu vurgulanan (inne ba’da’z-zanni ismun) bir zan türü fal. En hafi fi nden spekülatif ve manipülatif bir bilgi türü.

Âkif içinde yaşadığı toplumda sık gördüğü bir durumu şikâyet ediyordu: Birileri Kur’an’la fal bakıyordu. Mesela ev alacak değil mi, rastgele Kur’an’ı açıyor, o sayfada rahmet ayeti varsa alıyor, gazap ayeti varsa almıyordu. Tabi ki bu her zaman böyle masum olmuyordu. Hasmını öldürmek için bile Kur’an falı bakanların hikayeleri dilden dile anlatılır olmuştu. Adam Kur’an falı bakıyor, ahiret ayeti gelmişse Kur’an’dan “cinayeti işleyebilirsin” fetvası almış kabul ediyordu. Bunun ardından Kur’an’ın, fal kitabı olmaktan cincilerin elinde büyü kitabı olmaya geçişi, tahmin ettiğiniz gibi zor olmayacaktır.

Peki, ne olmuştu da bir araya gelmesi asla düşünülemeyecek olan Kur’an ve fal bir araya gelmişti? Kur’an’a hâşâ tombalacının tombala torbası muamelesi yapan bir tasavvuru hangi süreçlerden geçerek üretmiştik? Hayatı inşa etmek için indirilen bir hayat kitabı olan Kur’an’ı ölüm kitabına dönüştürürseniz, varacağınız yer budur. Allah’ın muradını içinde barındıran Kur’an’a siz anlamı olmayan ve teberrüken okunan ölü metin muamelesi yaparsanız, olacağı budur. Tıpkı Fudayl b. Iyaz’ın dediği gibi: “Allah Kur’an’ı kendisiyle amel edilsin diye indirdi; insanlar onu okumayı amel edindiler.

Nitekim yukarıdaki beytin hemen üzerinde yer alan mısralar, bu acı hakikati daha bir vurgulu dile getiriyordu: Ya açar Nazm-ı Celil’in bakarız yaprağına / Yahut üfl er geçeriz bir ölünün toprağına. Günümüz insanı Âkif’in “yaprağına bakma” ile neyi kasdettiğini muhtemelen bilmiyordur. Nereden bilsin, görevi insanları Kur’an’ın anlamıyla buluşturmak olan alimlerden bazılarının, “Kur’an’ın yaprağına bakmak sevaptır” fetvası verdiğini… Evet, bazılarınız kulaklarına inanamayacaktır. Muhtemelen Allah Rasulü bunu duysa o da kulaklarına inanamazdı ‘bıraktığım büyük emaneti’ ne hale getirmişler diye. Ama maalesef Âkif’in yaşadığı dünyada durum buydu.


3. BEYİT

“Yıkıp şeriatı bambaşka  bir bina kurduk,

Nebiye atf ile binlerce herze uydurduk”

Şeriat, Kur’an’ın mü’minlerine talim ettirdiği kurallar bütününe verilen isimdi. Önce bu Kur’anî kavramın içi boşaltılıp, Yahudi ilahiyatındaki “noun” kavramının içeriği ile yeniden doldurulmuştu. Tedvin asrında kelamcılar tarafından yapılan bu büyük yanlışın acısı 20. yüzyılın başında müslümanların burunlarından fi til fi til getirilerek çıkarıldı. Bu mubarek Kur’anî kavram, bin yıldan fazla bir zaman önce üzerinde icra ettiğimiz semantik operasyona kurban gitmiş, İslam’a hasım olan birilerinin eliyle 20. yüzyılda ‘sabıkalı’ hale getirilmişti.

Âkif hem bizim yaptığımız semantik müdahalenin acısını, hem de bu müdahaleyi bahane ederek bu Kur’anî kavrama leke sürülmesinin acısını hissediyor. İşte bu beyit onun bu hissini ortaya koyuyor. Âkif’in şeriat gibi, yatağını vahyin açtığı gürül gürül akan bereketli bir nehrin içini zibille dolduranın başkaları olmadığını, bunu bizim yaptığımızı itiraf ediyordu. İşte Âkif’i hakikatin yüksek dili yapan budur. Nebi’ye atf ile binlerce herze uydurulduğunu söyleyen çoktur. Bunda orijinal bir şey yok. Fakat uydurularak üzerine “nas” yazılan her malzemenin, İslam’ın yerine ikame edilen sahte bir din olduğunu fark etmek orijinaldir. Âkif zımnen indirilen dinin karşısına uydurulan dinin konulduğunu söylüyordu; “bambaşka bir bina kurduk” derken.

Nebi’ye atfen uydurulanları meşrulaştıran geleneksel spekülatif bilgi sistemine karşı, Âkif Kur’an’ın Haşr 22’de dile getirdiği yakîn bilgi sistemini savunuyordu. Kur’an’ın bilgi sisteminin iki ayağı vardı: Gayb ve şahadet. Gayb imanın, şahadet ilmin konusuydu. Mü’min için gayb vahiy ile şahadet taakkul ile yakîne dönerdi. Bu iki ayağın dışında zannî bir bilgi ayağı kurmak, yeni bir bina kurmaktı. Âkif, Nebi adına uydurulanların, sahibi Allah olan dinin yerine, sahibi beşer olan dini geçirmek demeye geldiğini fark eden ender şahsiyetlerden biriydi.


4. BEYİT

“Bir de hiçbir şey gökten inmez yerden taşar,

Kendi ahlakıyla bir millet ölür yahut yaşar”

Âkif, “Hiçbir şey gökten inmez, yerden taşar” ile şunları kasdetmiş olmalı:

“İnsan için yalnızca emeğinin karşılığı vardır” (Necm 53:39) Kur’anî hakikatini dile getiriyordu. O, Allah’ın emeğe saygısını iyi anlamıştı. Onun için kendisi de emeğe saygılıydı.

Emeğe dayalı bir ömür yaşadı. Elde ettiği her şey için çok yüksek bedeller ödedi. Tevekküle atalet anlamını yükleyen bir geleneğe karşı, hakiki tevekkülün Allah’ın fıtrat ve tabiat kanunlarına riayet olduğunu yılmadan usanmadan haykırdı: “Sonunda bir de tevekkül sokuşturup araya / Zavallı dini çevirdin onunla maskaraya”. İslam tarihinde, ümmetin tasavvur sapmalarından birini, bu yüreklilikle dile getiren kaç tane adam bulabilirsiniz?

“Bela gökten yağmaz, insan ettiğini bulur” anlamını kastediyor olabilir. Bu da; “Oranın halkı birbirine zulmetmedikçe Biz hiçbir ülkeyi helak etmeyiz” (Kasas 28:59); “Ne zaman ki onlar kaydı, Allah da onların kalplerini kaydırdı” (Saf 61:5); “Allah yoldan çıkmışlardan başkasını saptırmaz” (Bakara 2:26) gibi ayetlerin tefsiriydi.
“Gökten inen her şey yerden taşana karşılıktır” anlamına gelebilir. Dua yerden taşandır, icabet gökten inendir. Ubudiyyet yerden taşandır, vahiy gökten inendir. Sebeb-i nüzul yerden taşandır, nüzul gökten inendir. Emek yerden taşandır, sonuç gökten inendir. Günah yerden taşandır, bela gökten inendir. Yerden taşan-gökten inen ilişkisi, tıpkı yağmura benzer. Bilmeyen yağmuru gökten iniyor zanneder, hakikati bilen ise inen yağmurun aslında yerden taştığını, yerden yukarı çıktığını bilir.

     

5. BEYİT

“Sürdüler Türk’e tasavvuf diye olgun şırayı,

Şimdi muttasıl hakikat kusuyor Sıtkı dayı.”

Said Halim Paşa’nın bu toprakların insanının, dinini asli ve sahih kaynaklardan öğrenmek konusunda büyük bir şanssızlık yaşadığı tesbitini, kendine özgü mertliğiyle dile getiriyor Âkif. Tasavvuf konusunda toptancı ve süpürücü yaklaşmıyor. Eğer öyle olsaydı “tasavvuf diye” yerine “tasavvuf adlı” derdi. Kur’an’ın inşa ettiği, seçip ayıran bir akılla yaklaşıyor. Kur’an kaynaklı İslam irfanını, tasavvuf şemsiyesi altına saklanan batıl bâtınilikten ayırıyor.

Bu beyitte, tasavvuf şemsiyesi altına saklanan her tür Batıniliğin vahyin talim ettiği “hakiki hakikat”in karşısında ikame edilen bir “sahte hakikat” olduğu gerçeği dile geliyor. Tıpkı Nebi adına uydurulan herzelerin indirilen dine karşı, uydurulan dini inşa ettiği tesbitinde olduğu gibi, hakikat konusunda da vahye dayalı sahici metafi zik yerine keşf ve ilham adı altında zanna dayalı bir sahte metafi ziğin bina edildiğini ima ediyor olsa gerek.

Âkif Kur’an’ın oğlu. O sadece Kur’an okumamış, Allah’ın kelamı önünde aklını secde ettirmiş biri. O Allah ile pazarlık yapmayan biri. O, ayetler okununca nakarat kabilinden “sadakallahu’l-azim” diyen biri değil, candan yürekten bunu diyen ve buna uyan biri. Kur’an “Zannın hiçbir türü, insanı hakikatten müstağni kılmaz” (Necm 53:28) diyor. Yani zımnen: “Zannın hiçbir türü (ez-zann) hakikatin yerine geçemez” diyor.

‘Sıtkı dayı’ bir tipleme. Bu tipolojinin tipik vasfı, zanna hakikat muamelesi yapması… Spekülatif bilgiyi vahyin gayb ve şahadete dayalı yakîni bilgisinin yanına koyması. Allah hakkında, insanın görünmeyen boyutu hakkında, alemin var edilişi hakkında, şeylerin ilk yaratılışı hakkında, imana konu olan gaybi hakikatlerin bilinmezleri hakkında ardı arkası gelmeyen uçuk kaçık spekülasyonlar yapıp, bu spekülasyonları ‘hakikat’ sanan tiplere sesleniyor Âkif. İnançta göreceliğe, ahlakta nihilizme götüren Batıniliğin bu ümmetin başına ne belalar açtığını bizzat gören, bunun ıstırabını çeken biri o.

6. BEYİT

“Kader’miş öyle mi? Hâşâ, bu söz değil doğru,

Belanı istedin, Allah da verdi, doğrusu bu.”

Kur’an şairi Âkif, Kur’an’ın oğlu olduğunu asıl burada gösteriyor. Bu ümmetin kader anlayışının Kur’anî çığırından çıkarak cahiliye çığırına geri döndüğünü fena halde fark etmiş olmalı. Zira müşrikler öyle diyordu: “Eğer Allah dileseydi, ne biz ne de atalarımız şirk koşmazdık.” (En’am 6:148) Şeytan Rabbine asi olurken “Madem Sen beni saptırdın, ben de..” (A’râf 7:16; Hicr 15:39) diyerek Allah’a iftira etmişti.

Âkif işte bunun için kendi sorumluluğunu yerine getirmeyip, bunun sonucunda başına gelene “kader” demeyi Şeytan’ın ve cahiliyye müşriklerinin yaptığını yapmak gibi görüyor ve “Haşa, bu söz değil doğru” diyordu. Sonraki mısrada doğrusunu da söylüyor: “Belanı istedin, Allah da verdi, doğrusu bu”. Âkif bununla, Kur’an’ın şu ayetlerde dile getirdiği hakikate atıf yapıyor olsa gerek:

Biz her insanın kaderini kendi çabasına bağlı kıldık.” (İsrâ’ 17:13)

“Bir toplumu oluşturan bireyler kendilerini değiştirmeden, Allah o toplumu değiştirmez.” (Ra’d 13:11)

“Başınıza gelen her musibet ellerinizle yaptıklarınızın sonucudur.” (Şûrâ 42:30)

“Ama onlara zulmeden Biz değildik, lakin onlar kendi kendilerine zulmettiler.” (Hûd 11:101)

“Bu, kendi ellerinizle yaptıklarınızın karşılığıdır. Unutma ki Allah’ın kullarına zulmetme ihtimali bulunmamaktadır!” (Âl-i İmran 3:182)

“Fakat kim kötülük yapar ya da kendine zulmeder sonra Allah’tan af dilerse, Allah’ı çok bağışlayıcı ve merhametli olarak bulacaktır.” (Nisâ 4:110)

“Kötülük işleyen herkes cezalandırılacaktır. Allah’tan başka dost ve yardımcı da bulamayacaktır.” (Nisâ 4:123)

“İnsanların elleriyle yaptıkları yüzünden karada ve denizde bozulma meydana geldi. Neticede (Allah), yaptıklarının (kötü sonuçlarından) bir kısmını kendilerine tattıracaktır; umulur ki (yol yakınken) dönerler.” (Rûm 30: 41)

7.BEYİT

“Allah’a değil taptığın evhama dayandın,

Yandınsa eğer, hakk-ı sarihindi ki yandın.”

Âkif’in burada dile getirdiği hakikati Kur’an şöyle beyan ediyor: “Hevasını ilâh edinen kimseye baksana bir!” (Furkan 25:43). Âkif’in burada dile getirdiği eleştiri, yukarıdakilerin bir devamı gibi okunabilir

SONUÇ

Kur’an şairi Âkif, sadece Kur’an’la konuşan değil, Kur’an’ı yaşayan adamdır. O sadece arkasına ajan takan eski ve yeni rejimin baskısına maruz kalmamıştır. O indirilen din yerine uydurulan dini savunanların baskısına da maruz kalmıştır.

Bu ülkede kimin hangi dinin saliki olduğunu, Âkif’e bakışına bakarak öğrenebilirsiniz. Âkif bir turnusol kâğıdıdır. Kur’an’dan beslenenler, beslendikleri oranda onu anlarlar. Onu anlayanlar ise, anladıkları oranda onu severler.

Âkif’i hasımlarının zehirli dillerinden koruyamadık. Hayatıyla 20. yüzyıl sahabisi gibi yaşayan böylesine yiğit ve ahlak abidesi bir adamın arkasından söylemediğini bırakmayanlar, bunu niçin yaptıklarını kendileri iyi biliyorlar. Biz dostlarına düşen ise Âkif’i tüketmek değil üretmektir.

Ona her şey denmişti de, bir “modernist” denmemişti. Ahir zamanda onu da duyduk. Mordern “kopuş” demektir. Âkif, gerçekte Kur’an’dan kopmuş olan bir geleneği Kur’an’a bağlamaya çalışıyordu. Kur’an’dan kopmuş olan din tasavvurunu ve dilini, Kur’an’a bağlamaya çalışıyordu. Yani o gerçekte “kopuşa” karşı savaşıyordu. Bu onun, modernizme karşı savaştığı anlamına gelir. Fakat bu modernizm, “gelenekselleşmiş bir modernizm” idi. Sahi, kopuş geleneksel hale gelince, merdutken makbul mü oluyor?

Şu durumda Âkif’i modernistlikle suçlayanlara bir sözüm var. Yerli aydın İdris Küçükömer diyordu ki: Bu ülkede solcu geçinenler gerçekte sağcıdır, sağcı denilenler ise gerçekte solcudur. Ben de bundan ilhamla diyorum ki: Bu ülkede Âkif gibi kopuş karşıtlarını modernistlikle suçlayan gelenekçiler zihniyet olarak gerçekte “modernist”tirler. Onların modernist diye çamur attığı Âkif gibi Kur’an’dan kopan müslüman hayatını Kur’an’a bağlamaya çalışanlar ise, “Kur’an’ın geleneğini sürdüren” anlamında, gelenekçilerdir.

Bugün Âkif adına öne çıkarılması gereken şey, Âkif’in, uğruna bin bir çileye katlandığı Kur’an nesli davasıdır. O Kur’an nesline “Asım’ın nesli” diyordu. Ama bununla neyi kasdettiği açık: Asım’ın nesli, Kur’an neslinin ta kendisidir. Kur’an nesli kuyuya düşmüş Yusuf’tur. Âkif’in ruhunu şad etmek isteyen, Yusuf’u kuyudan çıkarmak için kollarını sıvamalıdır.

Sözün özü, vahyin sözü olsun: Ve’l-bâkiyâtu’s-sâlihât: “Baki kalanlar, salih amellerdir.”

3 Yorum

  • Güzel hocam açıklamalar çok güzel,
    lakin yazının içeriğinde beyitler yok ?
    bir hata oldu sanırım…
    yada ben mi anlayamıyorum?
    beyitler olmayınca açıklamalar biraz eksik ve havada kalıyor…
    beyitleri eklerseniz sevinirim.

    • 1. BEYT şu:
      “Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı,
      Asrın idrakine söyletmeliyiz islamı.”

      Sahabe, Tâbiîn, Tebe-i Tâbiîn ve günümüze “tâbiiyyet”le yaşamış olanlar ve halen tâbiiyyet sistemiyle yaşamakta olanlar, Akif’in dediği gibi “doğrudan doğruya Kur’an’dan ilham alarak” yaşayanlardır. Akif’in “doğrudan doğruya” demesinin sebebi, H. 2.-3. Asırda bazı insanlar, “Kur’ân’ı Hz. Muhammed (SAV) açıkladığına göre, biz hadisleri bilirsek, Kur’an’ı öğrenebiliriz” diye düşünüp, hadis-i şerifleri toplama gayretine girişmişler. Eğer bu doğru olsaydı, Peygamberimiz (SAV), Kur’an ayetleri dışında, kendi açıklamalarını da yazdırırdı. Fakat buna izin vermedi.
      Daha sonraları bu toplanan hadislerden mülhem kitaplar oluşturuldu, Kur’an’ı açıklıyor zannıyla.
      İşte, Akif’in “doğrudan doğruya” diyerek dikkat çektiği husus, sadece Kur’an’ın, Allah’ın özel koruması altında olması, diğer kitaplarda iblisin tahrifat yaptırabileceğidir. Nitekim bu büyük oranda gerçekleşmiş, günümüzde baktığımızda islam, beş şarta indirgenmiş. Yani UD olmuş. Peygamber Efendimizin Sahabeye öğretip yaşattığı islamı, sadece tâbiiyyeti gerçekleştirenler yaşamaktalar, günümüzde. Tâbiiyyeti, “aracılık” diyerek kötüleyenler, Kur’an’ı bilmeyen UDcilerdir. Hz. Muhammed (SAV) Efendimiz bile, Cebrail (AS) vasıtasıyla (aracılığıyla) öğrenmiştir Kur’an’ı. Allah’ın farz kıldığı tâbiiyyeti kötüleyenler, kendilerinin, ananın-babanın, ailenin, yaşadıkları çevrenin, okuldaki öğretmenlerin, okudukları kitapların “aracılığı”yla öğrendiklerini düşünemeyen “ahmak”lardır. Hele birisi var, diyor ki: “Allah, insana şah damarından daha yakındır. Bu yüzden “aracı”ya gerek yoktur” diyor. Ahmak düşünemiyor ki, o zaman, binlerce nebi ve rasülü Allah niye görevlendiriyor, kitapları ve suhufu indiriyor?
      İşte, kişi hevasını ilah edinince, böyle saçmalıyor.

Yorum Yaz