Siretü’l-Kur’an Dersleri Üzerine Söyleşi

BAŞYAZI/SÖYLEŞİ

 

MUSTAFA İSLAMOĞLU HOCAMIZ İLE SİRETÜ’L-KUR’AN DERSLERİ ÜZERİNE SÖYLEŞTİK

 Söyleşen: Hatice İslamoğlu ERDEM

 

Öncelikle Siretü’l-Kur’an terkibiyle başlayalım, Siretü’l-Kur’an çok orijinal bir tabir, böyle bir ders başlığı ilk kez duyuyoruz. Bu terkibin kullanımı İslam tarihinde ilk mi yoksa biz mi duymadık? Siretü’l-Kur’an nedir tam olarak, açar mısınız biraz?

Siretü’l Kur’an iki kelimeden oluşan bir terkip aslında. Siret ve Kur’an. Siret aslında seyrin, siyerin çoğulu, belki seyirler anlamına geliyor da diyebiliriz. Fakat ıstılahlaşmış, terimleşmiş. Allah Resul’ünün hayatını ifade eden bir tarih ilminin alt versiyonuna dönüşmüş bir ilim aynı zamanda. Siretü’l Kur’an ifadesi Kur’an’ın seyri, Kur’an’ın hayat yürüyüşü, Kur’an’ın yolculuğu.. Bununla kastımız 23 yıllık Kur’an’ın iniş sürecinde ilk muhatabı olan elçiyi ve elçinin ilk muhatapları olan Kur’an neslini adım adım nasıl inşa ettiği, zihinlerini, hayatlarını, toplumlarını, algılarını, akıllarını, iradelerini, vicdanlarını, kişiliklerini, ahlaklarını nasıl ilmek ilmek dokuduğu, onları nasıl bir noktadan alıp belli bir noktaya taşıdığının seyrüseferi. Tabiri caizse bir geminin seyrüsefer defteri gibi. Gemilerde eskiden seyrüsefer defteri olur, kaptanlar yolculuk sırasındaki tüm olan biteni o deftere işlerlerdi, ilerde başlarına bir kaza gelirse veya bir sonraki kaptana onun tecrübesini aktarmak için o yolda nelerle karşılaşılır, o yoldaki fırtınanın büyülüğü nedir, o yolda bindirilecek geminin üzerine binebileceği sığ kayalıklar nerededir hatta o yol güzergahında denizin içinde hangi yerde tatlı sular fışkırır, ne tehlikeler vardır, ne güzellikler vardır gibi şeylerin kaydedildiği seyrüsefer defteri vardır. Biz de bu dersi vahyin 23 yıllık nüzul sürecinde bir seyir defteri olarak düşündük. Bu ismi de şahsen ilk defa benden önce kullanan görmedim, görürsem de memnun olurum çünkü aklın yolu birdir anlamına gelir bu. Ama bu ismin telifi bana aittir. Ç/alıntılayacaklara şimdiden duyurayım zira birçok makalem, sözüm hatta eserlerim çalınarak altına başka isimler yazıldı. Bunu da şimdiden sahipsiz sanmasınlar, ‘Siretü’l Kur’an’ isminin telifi bana ait. Dolayısıyla bu yeni bir isim, yeni bir disiplin. Gönlümden geçen duam odur ki ilerde teoloji birimlerinde, ilahiyat fakültelerinde bunun bir derse dönüşmesi, Siretü’l Kur’an diye müstakil bağımsız bir ders olması. Bunun arka planında yatan tasavvur şudur: Kur’an bir hayat kitabıdır, bir hayata inmiştir, kelam alimlerinin iddia ettiği gibi semalara bir anda inmemiştir. Bu tip hesabı verilmemiş mitolojilere gerek yoktur, bunlar doğru da değildir. Kur’an hayata bir cevaptır, hayat Kur’an’ın sorusudur, Kur’an da hayatın cevabıdır. Hayat Kur’an’ın tabiri caize ebesidir, Kur’an’da bu ebenin ellerinde doğan nur topu çocuktur. Dolayısıyla bu ikisi birlikte ele alınmadığı sürece Kur’an tüketilip ve çiğnenip atılacak bir sakıza dönüşür. Dillerde bir söz olmaktan öte gitmez, onun için Siretü’l Kur’an terkibinin, tamlamasının arka planında Kur’an’ın teorik, teolojik hitabı değil, imamların, hafızların dilinde şarkıya, teganniye dönüştürülecek yahut kaligraflerin, hattatların, yazı sanatkarlarının elinde birer satış aracı levhaya dönüştürülecek bir meta aracı değil, cincilerin ve din satanların ekinde ecza dolabına dönüştürülecek veya cin çağırma seanslarında kullanılacak bir araç değil; Kur’an’ın hayata inmiş bir hayat, hayata soluk katan bir hayat, hayatı tamamlayan, güzelleştiren, aktifleştiren, hayatın içine üflenmiş bir ruh olarak görmek lazım. Onun için bu terkib arka planında bu zihniyetle üretildi, şahsen benim niyetim buydu. Bu niyetimi çok iyi ifade ettiğini düşündüğüm için, Kur’an’ın hayat kitabı oluşunu çok iyi ifade ettiğini düşündüğüm için böyle bir terkibi kullandım.

 

Özellikle son dönemlerde içerisinde dini söylemlerin olduğu, özellikle Allah ve peygamber anlatılan ortamlarda din ile kendi arasına mesafe koymuş kesimler “Yine mi din?!”, “dinden gına geldi” gibi yorumlarla dine ve dindarlara karşı tepkisel yaklaşıyorlar. Siz toplum olarak dini söylemlere dair bu mesafenin nedenini nasıl yorumluyorsunuz?

Genç nesil gerçekten de din yorgunu. Zira kanallardan üzerlerine din boca ediliyor, okullarda üzerlerine din boca ediliyor, kürsülerde, camilerde, gittikleri cumalarda üzerlerine din boca ediliyor. Dinle alakası olmayan insanlar dahi bir araya gelince birbirlerine din pazarlamaya çalışıyorlar. Böyle bir toplumda beklenti şudur: her yerden bu milletin üzerine din boca ediliyor da ahlak nerede? Yani bu din ne işe yarıyor? “Neden bu toplumun dilinde Allah peygamber çoğaldıkça ahlak azalıyor?” Diye soruyoruz ister istemez. Bu toplumun akıllı insanları, özellikle yeni nesilleri bunu sorguluyor. Bu toplumun hayatına baktığımızda dini gösterge çoğalıyor, yani dini görünürlük, görünürdeki dini semboller ve simgeler çoğalıyor, bunların çoğalmasıyla paralel olarak kişilik azalıyor. Cehalet çoğalıyor, bilgi azalıyor, merhamet azalıyor, adalet azalıyor, ehliyet, liyakat hatta kalite azalıyor. Özetle insanlık azalıyor. Halbuki din çoğaldıkça insanlık da çoğalması lazım. Din çoğalınca ahlak çoğalması lazım, akıl irade, vicdan çoğalması lazım, peki niye azalıyor diye soruyor insanlar ve bu sefer bu soruyu soranlar cevabını alamadıkları için dine mesafe koyuyorlar, özellikle genç nesiller mesafe koyuyorlar, onun için bir din yorgunluğu var, din yorgunluğunun sebebi aslında dinin kendisi değil, dinciler, din pazarlayanlar, Allah ile aldatanlar. Din yorgunluğunun sebebi dinin kendisi değil, dinin üzerinden makam mevki sahibi olanlar, din üzerinden bir yere gelip itibar sahibi olanlar, din satarak dünya alanlar yüzünden dinden irrite geldi. Din üzerinden hayat standartlarını yükseltenler, din satarak toplum içerisinde bir konum elde edenler yüzünden gına geldi ve bunu yüzde yüz haklı buluyorum. Aynen bende onlardan biriyim, bende gerçekten onların sattığı dinden yıllar öncesinde, herkesten önce belki irrite olan biriyim. Onun için bunun adını doğru koyalım dedim, her türlü riski aldım, her türlü taşlanmayı göze aldım ve dinden gına geldi dediğim o dinin adını koydum, gönlümde koymuştum da dilimde demeye cesaret edemiyordum, ‘uydurulmuş din’ dedim, zira ‘uydurulmuş din’ usandırır. Neden? Çünkü Allah’ın kitabıyla, vahyi ile indirdiği din usandırmaz, zira Allah’ın vahyi ile indirdiği din kaliteyi istiyor, o dinin amacı, insanı daha kaliteli yapmak, o dinin amacı daha yüksek ahlaki standartlara ulaştırmak, o dinin amacı akletmeyi, iradeyi kullanmayı, vicdanı aktif kılmayı öğütlemek, o dinin amacı insanı daha iyi insan etmektir. Yani o dinin amacı insana yardımcı olmak için, vahyin amacı akla yardımcı olmak için, ibadetin amacı da halka yardımcı olmak içindir. Dinin maksadı budur, yoksa dinciler üretmek, din holiganları yetiştirmek, kendisine cennet kazanmak için dünyayı cehenneme çevirmek, başkalarına ahiret cennetini tavsiye ederken kendisi Harun rolündeki Karun gibi dünyada cennetini kurup başkalarını din üzerinden sömüren din bezirganları çıkarmak değildir elbette. (Dinin amacı) Onun için bunu görüp de ‘öö’ dememek mümkün mü, nefret etmemek mümkün mü? Onun için o din bizden de uzak olsun, biz o dinden Allah’a sığınıyoruz. Bu anlamda toplumda alnı secdeye gidenlerin oranı eğer toplumdaki ahlaki yükselişin, kalitenin, akletmenin, iradeyi kullanmanın, insanlık derecesinin en asgari marufu yani insanlığın ortak değerlerinin; söz verince tutmak, borcuna riayet etmek, söylerken yalan söylememek, yalansız bir hayat kurmak.. Yalan ile iman bir arada durmaz, iftira etmek, goygoy yapmamak, dedikodu yapmamak, başkalarının hukukunu çiğnememek, haram yememek, yetim malı yememek, toplumun malını soymamak, bütün bunlar eğer din deyince akla gelmiyorsa ki bunların akla gelmesi lazım, din deyince sadece namaz, oruç, hacc, zekât geliyorsa o dinin suyu çıkmış demektir, o din bitmiş demektir, o din tapınaklara mahkûm edilmiş dinler arasına girmiş demektir. Ve o din aslında dinsiz bir dine dönüşmüştür, o dinin dini yoktur, çünkü o dinin içinde ahlak yoktur. O dinin insanı bozdurup harcamaktan başka yapacağı bir iş de yoktur. Maalesef insan israf eder ve esasen uyuşturucu bağımlılarını tedavi edecek insanlar bulursunuz ve tedavi edileceği mekanlar bulursunuz da o dinle uyuşturulan insanları ayıltacak bir merkez bulamayabilirisiniz. İşte uydurulmuş din insanı bu hale getirir, işte o zaman ağzıma içkinin damlasını koymadım, ömrümde hiç uyuşturucu almadım, esrar çekmedim diyen adamları esrar çeken esrarkeşlerden bin beter uyuşuk, bin beter aklını kaybetmiş, bin beter uyuşmuş mayışmış halde görürsün, sonuç ne mi olur, sonuç bu olur.

 

Birinci sorumuzda kısmen bahsettiniz fakat yine de izninizle sormak istiyorum hocam; Siretü’l Ku’ran derslerinin siyer ve İslam tarihi müktesebatından bir farkı olacak mı? Biz siyer ve İslam tarihi okuduğumuzda Siretü’l Kur’an da okumuş oluyor muyuz?

Bir kere Siretü’l Kur’an dersleri tefsir dersleri değil, önce onu söyleyeyim. Ben 16 yıl tefsir dersi yaptım, ondan sonra 5 yıl Esma-i Hüsna dersi yaptım, zor yokuşun üçüncü etabı Siretü’l Kur’an dersleridir. Siretü’l Kur’an dersleri tefsir değildir. Ayetleri tek tek okuyup tefsir etmeyeceğim, Siretü’l Kur’an adı üstünde Kur’an’ın hayat yolculuğu, hayatın içinde Kur’an’a sadece ve sadece hayatı gösteren bir işaret parmağı olarak baktığımız şeyler hayatın kendisi olacak, Kur’an da zaten bize hayatı gösteriyor. Kur’an, tarihi referanstır, hayat asli referanstır. Kur’an ikincil referanstır hayat birinci referanstır. Kur’an yokken hayat vardı, dolayısıyla hayat Kur’an’ın anasıdır, bu bir. İkincisi elbette ki ‘siret’ çağrışımı aynı zamanda Allah Resûlünün hayatının işleneceğini ifade eder. Allah Resûlünün hayatı Kur’an’dı, Kur’an onun hayat rehberiydi, vahiyle çizildi ona hayat yolculuğu, vahiy onun pusulasıydı, tabiri caizse yol haritasıydı. O sürekli vahiyle yani tıpkı insanın elindeki yandex türü yol gösteren programlar gibi Allah Resul’ünün yol gösteren programıydı, yani nereden gidersem daha doğru olur, şurada yol tıkalı mı, şurada kaza mı var, şurada trafik mi var, şu noktadan bu noktaya nasıl gideceğim, sıratı müstakim neresidir, doğru yol neresidir gibi soruların yol haritasıdır. İşte Allah resûlünün elindeki doğru yol haritası da Kur’an idi. O da yolda yürüyordu, çünkü hayatın içindeydi. 23 yılda indi, Kur’an 23 yıllık yolculuğunda Allah Resûlünün elindeki yol haritasıydı, hem de dijital haritadan bin kat daha hassas bir yol haritasıydı. Dolayısıyla bu yol üzerinde bazen sudan geçer yolunuz, bazen dağdan, bazen yokuştan, bazen ovadan, bazen düzden. Tıpkı Merve ile Safa arasındaki say gibi yokuşu da var inişi de var, düzü de var, dolayısıyla bütün hayatın içinde ne varsa o var.  İşte bu çerçevede Allah resulünün hayatı Kur’an’dı. Maalesef bu toplumda kavramlar o kadar kargaşaya maruz kalmış ki, Allah Resûlü kim, Abdullah oğlu Muhammed kim onun ayrımına dahi varamıyor insanlar. Annesi üzerinde Amine oğlu Muhammed, babası üzerinde Abdullah oğlu Muhammed değil bizim burada ele alığımız, eğer Kur’an olmasaydı onu kim tanırdı ki, kim bilirdi ki. Milyonlarca insan geçti bu dünyadan, bilmiyoruz, tanımıyoruz. Onu bize tanıtan Kur’an’dır. Kur’an sayesinde bugün onu tanıyoruz. Onun için onu tanımaktan dolayı bir teşekkür borçluysak Allah’a borçluyuz, vahye borçluyuz. Vahiy inmiş olana biz Rasûlullah diyoruz. Vahiy inmemiş olana demiyoruz çünkü kitap nedir iman nedir bilmezdi diyor Kur’an, dolayısıyla o yolunu şaşırmıştı, yani hidayette değildi, dalalette idi. ‘Allah onu hidayete erdirdi’ diyor Duha suresinde. Dolayısıyla Kur’an anlatılırken aslında Rasûlullah anlatılıyor. Onun için Kur’an anlatılırken niye peygamberi anlatmıyorsun diyen cahillere aslında Kur’an peygamberi anlatıyor, Kur’an peygamberin haritasıdır, Kur’an peygamberin ahlakıdır, Hz. Âişe’nin ifadesiyle; ‘Kur’an peygamberi doğurandır’, dolayısıyla Kur’an’ı okumak Allah Resûlünün yol haritasını, ahlakını, misyonunu yani bizi ilgilendiren tarafını okumaktır. Gerisi ölümlüdür, her ölümlü insan gibi o değildir bize örnek gösterilen, üsvetün hasenetün olan Allah’ın resulü olan Muhammed’dir. Abdullah’ın oğlu Muhammed değildir. Dolayısıyla dersler baştan sona Allah Resul’ünün siretini, yani yolculuğunu, hayat hikayesini, seyrüseferini, iman yolculuğunu, İslam yolculuğunu, her an kendisini yenileme yolculuğunu, tövbe yolculuğunu, istiğfar yolculuğunu, hatadan dönme örnekliğini, yani kendini yenileme örnekliğini, aklına geliştirme örnekliğini, sorgulama örnekliğini, eleştirel aklı  kullanma örnekliğini, iradesini, tercihlerini doğru yapma yanlış yapınca da ondan dönme örnekliğini, vicdanının nasıl aktifleştiğini gösterme örnekliğini, daha iyi insan olma örnekliğini ve kaliteyi artırma örnekliğini, iki günü bir olmama örnekliğini, evlat olma örnekliğini, baba olma örnekliğini, dede olma örnekliğini ama hepsinden önce arkadaş olma örnekliğini ele alacaktır. Hazreti Peygamber’in müritleri yoktu, Hazreti peygamber Şeyh değildi, Hazreti Peygamber’in arkadaşları vardı ve o da bir arkadaştı. Dolayısıyla bütün bunları öğrenmek için Siretü’l Kur’an diyoruz, zaten size Allah Resul’ünün hayatı bunları öğretmeyecek ise ondan ne öğreniyorsunuz, neyi öğreneceksiniz? O zaman bunları alır, yok eder, bunları yok etmek için de üzerine kıl örterseniz, üzerine sakal örtersiniz, üzerine uydurduğunuz hikayeleri, üzerine peygamber adına uydurup da Allah Resulü’ne iftira ettiğiniz bir buçuk milyon hadisi örtersiniz, bunun üzerine Allah Resulü adına uydurduğunuz sahte mucizeleri örtersiniz, bunun üzerine hurafeleri örtersiniz, bunun üzerine getirirsiniz hırkasını örtersiniz. Allah Resul’ünün ahlakını hırkasının altına saklarsınız, Allah Resul’ünün insanlığını sakal kılının altına saklarsınız, Allah Resul’ünün arkadaşlığını, model arkadaşlarını naaleyninin/ayakkabısının altına saklarsınız ve bunu da matah bir şeymiş gibi satarsınız ve Allah resulüne en büyük kötülüğü yaparsınız.  Ama bundan da para kazanırsınız şarlatanların yaptığı gibi. Onun için bu derslerin bir amacı da Allah Resulünü katleden onun manevi katillerini, onu satarak geçinenlerin bu yaptıklarının peçesini sıyırmak, yaptıkları bu çirkinliği insanlara tüm çıplaklığıyla gösterip Allah Resulünün sırtında kene gibi, sülük gibi yapışıp kan emen bu şarlatanların anlattığı peygamberin, iman ettiğimiz peygamber ile alakası olmadığını anlatmak. Bunların anlattığı ile Allah’ın Resûlü olarak seçtiği, atadığı peygamberin birbiri ile hiçbir alakası yok. Allah’ın elçim dediği peygamber orada, burada, rüyada, kılda, tüyde, kefende, nalinde aranmaz. Allah’ın elçim dediği peygamber Kur’an’da aranır, hayatta aranır demek içindir bu dersler.

Biraz da teknik konulardan bahsetmek istiyoruz hocam; dersler Akabe Vakfı Genel Merkez binasının konferans salonunda, İki haftalık periyotlarla, pazar günleri 11.00 ile 13.00 arasında yapılıyor. Canlı izlemeye imkânı olmayanlar için de daha sonrasında Siretü’l Kur’an YouTube sayfasına ekleniyor. Bir yandan derslerin altyazı çalışmaları da yapılıyor. Son iki dersinizde Arapça altyazı eklendi. Yakın zamanda dileyenler Arapça veya İngilizce olarak da dersi dinleyebilecekler..

 

Konsept ile ilgili sizin eklemek istediğiniz başka bir konu veya müjdeniz var mı? 

Arapça ve İngilizce olarak derslere hazırlanıyor, sağolsun ekipler bu konuda hayli gayret gösteriyorlar fakat bunun dışında gönüllü olarak Siretü’l Kur’an derslerini örneğin Macarca’ya, Fransızca’ya, Almanca’ya çevirmek isteyen gönüllüler de oluyor. Şu anda bildiğim kadarıyla bazı dillerde gönüllüler çıktı. Yapılan dersleri altyazılı olarak çevirmek istiyorum diyen ve bu konuda tecrübesi olan gönüllülere biz buradan bir çağrı yapmış olalım. Tüm dünya dillerinde Çince, Japonca, İspanyolca da dahil tecrübesi olan kardeşlerimizi bekliyoruz. Her ne kadar bu derslerin alt yazılarını, ki İngilizce ve Arapça olması onlar için bulunmaz bir kolaylıktır. Zira İngilizce bir dünya dili olduğu için bir metni İngilizce’den diğer dünya dillerine çevirmek çok daha kolay oluyor. Bizi izleyenler içerisinde, ‘ben bu dersi şu dile de çevirmek istiyorum’ diyen olursa, o kardeşimize hazır şablon veriliyor. Hatta sistemi, tekniği de kolayca öğretiliyor. Bu konuda bende çağrı yapmış olayım. Bu dersler kaliteye hizmet ediyor, insanın insanlığını yükseltmeye hizmet ediyor ki amacımız da budur zaten. Dünyanın daha yaşanabilir bir dünya olması için gayret gösteren kardeşlerimiz küçük parmaklarının ucunu taşın altına koysunlar, kendi heybelerindeki kadar emek versinler, risk alsınlar ve bu dersleri kendi ana dillerine çevirsinler inşallah.

 

Yine çok sorulan bir soru ile devam etmek istiyorum; dersler neden canlı olarak verilmiyor, bunun nedeni nedir? 

Canlı yayının riskleri var, insanların orada fırsat kolladığını ve özellikle bu uydurulmuş dinci ahlaksız takımının bunu yaptığını gördüm. Dolayısıyla bu beni gerçekten çok tiksindirdi, güvenimi zedeledi. Bu fırsatçı ahlaksızlara fırsat vermemek için de dersleri önce gelen dinlesin gelenlerin de emeğine bir karşılık olsun istedim. Zira geçen dersimiz de bir beyefendi almış eşini ve yavrusunu sırf derse gelmiş, yine Siretü’l Kur’an dersini gelip dinlemek için 70 yaşında bir abimiz Denizli’den her ders kalkıp gelmeye and içmiş. ‘Hocam 8 saat sürdü’ diyor, trenle gelmiş ve her derse geleceğini söylüyor. Şimdi bu insanlara da onca yol kalkıp verdiği emeğe de bir saygı olsun. Kur’an diyor ya Tevbe Suresinde, hiç oturanlarla ayakta olanlar, yani hareket edenler bir olur mu? Dolayısı ile oturduğu yerde sağa tarafında çay, sol tarafında çekirdek, yanında hanımefendi, elinde zaping aleti, karşısında Siretü’l Kur’an dersi, birazda canı sıkılınca öbür kanallara hatta bazen maça denk gelince bir maç bir Siretü’l Kur’an yapanlarla bir olur mu?

 

 Benim bir özel sorum olacak burada, mekânın küçük olması hasebiyle zaman zaman derslerinizde ön sıralardan yer tutma ve yer kavgası oluyor. Özellikle çok erken saatlerde gelerek yer tutanlar oluyor. Bildiğim kadarıyla haksızlığa yol açmamak için yeni bir uygulama başlatıldı. Artık gelenlere koltuk numarası verilerek koltuklarda da bir sıralama yapılıyor. Bu minvalde özellikle uzaktan gelen talebelerden de ‘o kadar yol geliyorum fakat dersi ana salonda dinleyemiyorum’ diyerek ufak bir serzeniş oluyor.  Onların gönlünü almak adına da ne diyelim hocam? 

Esasen bu konuda İnsanımız gerçekten eğitimli değil, şu anda arkadaşlar sağ olsunlar numara sistemi geliştirdiler. Numara alınıyor, daha sonra herkes aldığı numaraya oturuyor. 16 yıl tefsir dersi, beş yıl Esma dersi verdim fakat gelen misafirler bu meseleyi kendi aralarında halledemediler ve ben bu konuda çok üzülüyorum. Bir insan oraya Kur’an talebesi olarak gelir, Kur’an dinlemeye gelir de hakkına razı olmaz mı? Oturacağı yere razı olmaz mı, veya oturacak yerden dolayı kalp kırar mı, insan üzer mi, sadaka aynı zamanda budur da. Madem bunu beceremiyorlar, bu alicenaplığı yapamıyorlar, o zaman numara sistemine razı olacaklar ve numarayı alacaklar. Bu konuda bendeniz maalesef üzgünüm, verdiğim derslerin gerçekten yerini bulup bulmadığından bazen şüpheleniyorum, yani insanlar en asgari nezaket, en asgari başkasının hakkına riayet etmeyecekse eğer, bu derse niye gelirler ki? Onun için ben en azından bu konuda hassasiyet göstermeyen bazı arkadaşlarımızdan şikayetçiyim ve buradan çağrı yapıyorum; lütfen bu küçük sınavlarda dahi sınavınızı veremeyecekseniz, büyük fedakarlıklar beklendiğinde ne yapacaksınız?  O da aslında dersin bir parçası değil mi ve hayat kitabı olan Kur’an’ın bize ilk öğretmesi gereken şey bu değil mi? İlk sınav koltuk sınavı. Eğer koltuk sınavında kalıyorsanız siz orada ne yapıyorsunuz, niye geliyorsunuz?

 

Neden ayakta ders anlatıyorsunuz?

Hoşuma gidiyor, daha fazla yorgunluk daha fazla emek.  Yorgunluğun daha fazla olduğu yerlerde sözün etkisi de olur, eğer ödülü varsa Allah katında, verdiğiniz emek oranında ödülünüz de olur, yani her şeyden öte karşımdaki insanların zihinlerini ayaklandırmak için ben de bedenimi ayakta tutuyorum. İstiyorum ki onların akılları da ayağa kalksın, kendilerinin ayağa kalkmasını istemiyorum fakat akıllarının ayağa kalkmasını istiyorum.  Eğer ayağa kalkmaz uyuşuk yatan akıllar olursa, uyuyan akıllar olursa o zaman ben mezar taşlarına konuşmuş olurum.

 

Siretü’l-Kur’an derslerine başlamadan önce nasıl bir hazırlık süreci geçirdiniz, bir ekip ile mi çalışıyorsunuz? Kısacası mutfakta neler oldu/oluyor?

Hiç şüphesiz bu dersler öyle pat diye verilmiyor. Picasso fıkrası gibi olacak anlatacağım şey. Zenginin biri Picasso’ya gelmiş, ‘benim tablomu yapar mısın?’ demiş, ‘tabii yaparım’ demiş Picasso. Tablosunu yapmış, bir iki saat sürmüş, ‘borcumuz ne kadar’ demiş, Picasso bir servet para istemiş ondan. Adam, ‘iki saate veya bir saate bir servet öyle mi?’ demiş, Picasso ‘hayır, altmış yıl artı iki saat’. Yani bu dersler ömrüm artı bir haftadır. Dersler yaklaşık bir haftalık fiili bir çabanın arkasından veriliyor. Bir hazırlık safhası var. Bir de bu derslerdeki format çok farklı, daha önce ben böyle bir formatta ders vermedim. Bu format yepyeni bir format, biraz da modern bilişim araçlarının işin içine girdiği, daha da hareketlendirilmiş, renklendirilmiş, dinlemeyi daha kolaylaştıran dersler. Derslerin saatini vaktinde kısaltmayı çok düşündüm, bir buçuk saatlik bu dersleri bir saate hatta kırk beş dakikaya indirmeyi çok düşündüm fakat kime sorduysam buna hayır dedi, çünkü gerçekten bu dersler on dört gün boyunca bekleniyor. Bu dersler magazin değil, basit konular da değil işlediğimiz konular. Ele aldığımız konuyu derinliğine, genişliğine ele almanız gerekiyor.  Efradını cami ayarını mani eskilerin ifadesiyle… Onun için yarım bırakamazsınız, eksik anlatmak hiç anlatmamaktan daha kötüdür zira yanlış anlaşılır, yanlış anlaşılma çoğaldığında sınırlayamazsınız.  Bazıları yanlış anlamak için dinler aslında, Allah onların yanlış anlamasından korusun dersiniz ama yine de yanlış anlamaya devam eder.  Böylesine bir format aynı zamanda efor da gerektiriyor, bir çabayı da gerektiriyor. Hatta ekibi de gerektiriyor. Bu derslerin arkasında sağ olsun grafikerimizden, sosyal medya bilişim birimine kadar bir ekibin de katkısı oluyor.  Verdiğim malzemeyi dizayn ediyorlar, hazırlıyorlar ama tamamen malzeme benim. Bu manada asistanım da yok onu da söyleyeyim, çünkü asistan işini karıştırıyor, onu düzeltmek için harcadığım zaman daha fazla oluyor. Onun için şunu bana arayıp bulun diyemiyorum, ben arayıp buluyorum. Derslerde gördüğünüz konu ile ilgili haritaları, görselleri, filmleri ben buluyorum. Örneğin bu derslerde tavsiye görseller var, bunların içinde filmler var, belgeseller var. Her dersin sonunda ‘benim kahramanlarım’ başlıklı bölüm var, her dersin sonunda ‘teşekkür’ bölümü var, her dersin sonunda ‘ibret’ bölümü var, bu ibretler bazen görsel oluyor. Her dersin sonunda ‘uydurulmuş din’ bölümü olacak. On dört gün içinde uydurulmuş dine dair yaşanan güncel olaylardan örnekler koyuyorum, koyacağım da bundan sonra. Uydurulmuş din nedir, nasıl oluyor, nasıl bozuyor, dini nasıl mahvediyor? Dolayısıyla dersin sonunda böyle bir dizi bölüm var, onun da olması gerekiyor, o yüzden elbette ki emek veriliyor. Arka tarafta ciddi bir çalışma yapılıyor, ciddi bir efor sarf ediliyor. Bu format zaten efor gerektiriyor, orada bir sunum var, bir ekran var, ekranda bir akış var, o akış çok emek gerektiriyor. Ben dersi hazırlarken ayrıca bir de o akışı hazırlıyorum. Hamdolsun şimdilik iyi gidiyor. Şu ana kadar bu akıştan dolayı öyle gerekçeli ciddi bir şikâyet almadım doğrusu.

 

Tefsir ve esma derslerinizin son yarım saatinde soru bölümünüz vardı, isteyen soru sorabiliyordu. Bu dersinizde böyle bir bölüm yok bildiğim kadarıyla, dersler ile ilgili size soru sormak isteyenler sorularını iletebilecekler mi?

Bu bir eksiklik doğrusu fakat soru meselesini açarsak gerçekten zaman sıkıntısı zaten var şimdiye kadar dört ders işledim yarın beşinci ders olacak. Bunlardan birinde 10 dakika erken bitirirken diğerinde 15 dakika geç bitirebildim. Sorular da işin içine girerse daha da sarkacak. Esasında gönlümden geçen şuydu; derslerin hazırlığını yaparken beş kıtadan beş soru, salondan da beş soru almak. Gönlümden geçen buydu doğrusu, planlamayı da buna göre yapıyordum fakat pratikte bunun birçok sıkıntısı ortaya çıktı, maalesef bu bir eksiklik. Şimdilik bu sorular Siretü’l Kur’an adresine yönlendirilir, oradaki ekip bu soruları ayıklar, bu soruların içinde %99’una bir yerde cevap vermişimdir, ona atıf yapılır, onun linki verilir. Vermediğim cevabı da bana yönlendirirler ben cevaplarım. İlerleyen zamanlarda soru-cevap kısmı böyle olabilir.

 

Ders sunumlarından önce sizin bireysel hazırlık sürecinizden biraz bahseder misiniz? Derslerin içeriğini hazırlarken hangi kaynakları kullanıyorsunuz? Usul ve müktesebat olarak olmazsa olmalarınız var mıdır?

Ömrüm bu ilimlerle geçti, ben beni bildim bileli bu ilimlerle haşır neşirim ama aynı zamanda bu dersler -ki derslerin formatını bilenler derslerden bir parça izleyenler görecekler-  sadece ilahiyat bilimleri çerçevesinde işlenen dersler değil, yani teolojik bir formatı yok bu derslerin. Bu dersler aynı zamanda fen bilimlerinin de içine dahil olduğu, beşerî bilimlerin de içine dahil olduğu dersler. Yani bu derslerin alanına fizik, kimya, biyoloji, matematik, astronomi, zooloji, jeoloji ve diğer bilimler de giriyor. Bugüne kadar işlediğimiz dersleri bilenler çok iyi hatırlayacaktır, tabii ki aynı zamanda felsefe, psikoloji, sosyoloji gibi beşerî bilimleri de içine alacak bir kapsamda işleniyor. Onun için bu derslerin kaynakları bu ilimlerin kaynaklarıdır, derslerde tek bir kaynak veya çok sınırlı bir kaynak kullanmıyorum. Aklınıza gelen kaynaklar başta olmak üzere, siyer alanında bilinen ilk kaynakları kullanıyorum. Kullandığım kaynaklar çok bilinenler olmaktan ziyade doğruya yakın şeyler söyleyen kaynaklar oluyor. Aldığım bilginin sahihliğini arıyorum, kıyaslıyorum, atıf yaptığı kaynağa iniyorum, yani bu manada çok yaygın olan kaynakları kullanmıyorum. Örneğin ‘el Muhabbar’ kullanıyorum. Neden, çünkü o ender, kimsenin söylemediği, başkalarının hasıraltı ettiği, halının altına süpürdüğü bilgileri ortaya çıkaran, söyleyen bir kaynak. Mesela Kelbî’nin ‘Kitabü’l-Esnâm’ını kullanıyorum, putperestlik ile alakalı, putçuluğun ilk kaynaklarını atıf yapan bir eserdir. Yine İbnü’l-Kelbi, (204/820), Mesalibu’l-Arab’ını kullanıyorum ki bu kitap, bir yılı aşkın bir zamandır kasıtlı olarak kaybedilmiş, saman altı edilmişti. Arapların olumsuzluklarından bahseden ilk kaynaklardan biridir. Eser kütüphanemde yoktu, araya ataya Irak’ta gizli bir kütüphanenin arka bir köşesinde buldum. Yine Şiilerin, Sünnilerin gizlediklerini açıkladıkları eserleri var, Sünnilerin de Şiilerin sakladıklarını açıklayan kitapları var. Şiiler Sünnilerin bu kitaplarını yok etmede ustadırlar, özellikle Sünniler de kendi işlerine gelmeyenleri soykırım uygulamakta ustadırlar. Bunlar kitabı ortadan kaldırmakta, kitabın neslini kesmekte, kitaba soykırım uygulamakta ustadırlar, tıpkı mutezileye uyguladıkları soykırım gibi. Ben o kaynaklara ulaşmaya çalışıyorum, o kaynaklar içinde olup da başına iş getiremedikleri soykırıma uğratamadıkları, Yakubi gibi, Yakubi’nin eseri gibi eserlere öncelik veriyorum. En nadir şeyleri yazan, söylenmesi istenmeyen bilgileri söyleyen kaynakları kullanmaktan keyif alıyorum çünkü orada saklanan gerçekleri buluyorum, üstü kapatılan gerçekleri buluyorum.

Bizim dünyamız böyledir. Müslüman şarkın hakikat ile alakası yoktur, ilişkisi yalan olsun cilalı olsun der. Beni sevindiren yalan beni üzen hakikatten bin kat daha efdaldir mantığı hakimdir bu coğrafyalarda. Onun için ben de yalandan nefret ediyorum ve bu tarihlerin bazılarının sipariş olduğunu da biliyorum, sipariş olduğunu bildiğim tarihi malumata veya kaynaklara mümkün olduğu kadar elime eldiven giyip yaklaşıyorum. Dolayısıyla kaynak gözetirken, mümkün olduğu kadar köşede kalmış fakat neden ve niçinleri açıklayan kitaplar olmasına dikkat ediyorum. Çünkü neden ve niçinlerin derdindeyim. Ötekinin neden diye bir derdi yok, neden diye sormasını bırakınız neden diye soranlara şeytanlaştırıyor, niçin diye soranları şeytanlaştırıyor, niçin diye soranları sapık ilan ediyor, niçin diye soranları kâfir ilan ediyor, tekfir ediyor. Onun için bu soruların arkasına düşmeyen eserlere ben niçin iltifat edeyim, o eserlerin verdiği bilgiye nasıl ve neden güveneyim, neden ben dersime gelen insanlara bu tiplerin hem davula hem kasnağına vuran Makyavelistlerin yalanını aktarayım ki? Ben gerçeğin peşindeyim, o konuda kim ne yazmışsa bakarım, peşine düşerim, arar ve bulurum. Konunun niçinlerine cevap veriyorsa, beni ikna edebiliyorsa, benim sorularıma cevap verebiliyorsa ona ulaşmaya çalışırım. Özellikle tarih ve siyer kaynaklarında böyledir. Diğer kaynaklarda da zaten özellikle fen bilimlerinde konular bu kadar yoruma açık değil, skala bu kadar geniş değildir. Sonuç olarak kullandığım bütün kaynaklarda mümkün olduğu kadar ne içinlere, nedenlere, sebep sonuç ilişkisine ağırlık veren kaynaklara yöneliyorum.

Dersinizin bir bölümünde tavsiye filmler ve o filmlerden seçilmiş bölümler paylaşıyorsunuz. Özellikle sinema üzerinden seyircinin bilinçaltına gönderilen ‘uydurulmuş din’in sıkıntılı içeriklerine dikkat çekiyorsunuz. İyi bir film eleştirmeni olduğunuzu ve sıkı bir arşiviniz olduğunu biliyorum, bu bağlamda derslerdeki film tavsiyelerine devam edecek misiniz?

Zaten mesela geçen derste Hintli bir yönetmen ve aktör olan Aamir Khan’ın ‘PeeKay’ isimli filminden bir kesit görüntüledik. Film çok başarılı, tam bir uydurulmuş din eleştirisi, başka eleştirilerde var burada söylemeyeyim şimdi fakat arşivimde bir sürü film ve konu başlıkları var. Allah nasip ederse yeri geldikçe bu filmlerden Kur’an talebelerinin zevkle seyredecekleri, bazen ağlayarak, bazen üzülerek, bazen bizdekilerin aynısı diyerek, uydurulmuş dinci orda da varmış diyerek izleyeceği filmler var. Batıda da yapılmış doğuda da yapılmış olan filmler var. Ben bu konuda hiçbir ayrım yapmıyorum ister Hollywood, ister Bollywood ister Yeşilçam fark etmez. Bu manada Zübük filmini de tavsiye ederim, PK’yı da tavsiye ederim, Hypatia’yı da tavsiye ederim, Agora’yı da Şeytanın Avukatını da tavsiye ederim. Edeceğim de zaten inşallah..

 

Benim bir özel sorum olacak; özellikle sosyal medyada söylemleriniz ile birtakım yapıların saldırılarına maruz kalıyorsunuz. Sizin isiminiz üzerinizden kendi doğrularını görünür kılmayı çabalayan bu güruhun ise dur durak bilmeyen bir iftira torbası var. Yakinen şahit olduğum kadarıyla bu saldırılar zaman zaman ailenizin ve sizin can güvenliğinizi tehdit eder boyuta da geliyor. Uzun yıllardır açık veya kapalı oturumlarda dersler veren bir ilim adamı olarak özellikle ailenizden, çocuklarınızdan veya eşinizden bunu söylemesen daha iyi olur gibi tepkiler alıyor musunuz?

Almıyor muyum? Kızım olarak sen de biliyorsun ki alıyorum. Doğal olarak anneniz, eşim tabii ki beni koruma refleksi var, haklı olarak. Bir kadın öncelikle o.  Kadınların erkeklerden farkı, koruma reflekslerinin çok daha gelişmiş olması ve olaylara tedbirsel bir eksen de bakmalarıdır, ki yaratılıştan böyleler, genetiktir bu onlarda, zira annedirler ve korumaları gereken bir şey vardır. Yani dolayısıyla eşim o içgüdülerle bakar, ben hakikati söyleyeyim de ne olursa olsun modundayım, o ise başına bir şey gelmesin modunda. O kendince haklı, ben hak veriyorum. Ve elbette sizler de haklısınız, siz de çocuklarımsınız, evlatlarımsınız, babamıza bir şey olmasın diyorsunuz. Tırnak içersinde alnı secdeli terör örgütleri tarafından yaklaşık 20 yıldır tehdit ediliyorum. Fakat bunların o ahlaksızca tehditleri bazen tavana vuruyor. En küçük kardeşin Ahmet daha yedi sekiz yaşındaydı, elinde oyuncak tüfeğini almış ben akşam bahçede dolaşıyorum baktım ki arkamdan tin tin geliyor, tıpkı bir koruma gibi. Annesi sordu ‘’Ahmet ne yapıyorsun oğlum?’’, ’babamı koruyorum’’ diyor. Çocuğun kendi iç dünyasındaki, küçük dünyasındaki etkilenmesine bakar mısınız? Çok ciddiydi, o elindekinin oyuncak tüfek olduğu ile ilgilenmiyordu, işin ortasında değildi, ciddi ciddi koruyordu. Dolayısıyla hepiniz etkileniyorsunuz, çok şey yaşadık, bu yaşanılan şeylerin henüz daha hikayesi yazılmadı.  Kamuoyunun bildiği buz dağının üstü bile değil, görünen kısmı bile değil. Kamuoyunun bilmediği öyle çok şeyler yaşadık ki ve bunların hepsi de alnı secdeye varan ahlaksızlardan gelen şeyler. Bunların hepsi de Allah’tan korkmayan, Allah rızası için yalan söyleyen, Allah rızası için iftira eden, Allah rızası için hakaret eden, Allah rızası için kavga operasyonu yürüten, Allah rızası için Allah’ın yasakladığı her haltı yiyen tiplerden gelen şeyler. Onun için elbette ki bu iç gerilim hep olacak ama kervan yürüyecek, hakikat kervanı yürümeli, yürümek zorunda. Peygamberlerin geriye bıraktığı miras da budur ve biz bu mirasa ihanet etmeyeceğiz inşallah. Bu can bu tende olduğu sürece şirk ile, ahlaksızlık ile, modern cahiliye ile, şirketin Truva atını binerek İslam kalesinin içine yerleşme uyanıklığıyla, kalitesizlikle, akılsızlıkla, İrade düşmanlarıyla, vicdansızlarla, adalet düşmanlarıyla, insanlık düşmanlarıyla ve dinci bezirganlarla bu can bu tende olduğu sürece mücadelem devam edecek hiç şüphesiz. Eşimi seviyorum, çocuklarımı seviyorum fakat hakikati daha çok seviyorum.

 

Biz de sizi seviyoruz babacım… Biz mücadelenize şahidiz, Rabbim yol arkadaşlarınızın sayısını çoğaltsın.

 

Derslerinizde sıklıkla Kur’an’ın hayatın bütününe getirdiği ilkeler bağlamında ‘devrim’ ifadesini kullanıyorsunuz. Bu kavrama yüklediğiniz anlamı biraz açar mısınız, sizce devrim nedir?

Aslında devrim Kur’ani bir kavramdır. Maalesef bazılarının bunun Kur’ani bir kavram olduğundan haberi bile yok.  Şuara suresinin son ayetinde “o zalimler nasıl bir devrimle devrileceklerini günü gelince görecekler, bilecekler” ayeti var. Zaten Türkçesi ‘devrim’, Arapçası ‘inkılap’ ayetteki de o manada.  Burada çok ilginç bir anekdot da nakledeyim. Yıllar önce Cemil Meriç, Necip Fazıl’ı eleştirirken yanlış hatırlamıyorsam, belki 30 yıl önce okuduğum bir metinde Necip Fazıl’ın bir eserine sanırım ‘büyük mazlumlar’ eserine bir eleştiri yöneltirken şöyle diyordu; “kutsal bir şehre kanlı bir kapıdan girmek, kanlı bir revaktan girmek” yani devrimle dinin ne alakası olur gibi bir şey söylüyordu. Necip Fazıl’ın Kur’an’ı bilmesinin başımıza açtığı işleri biliyoruz zaten. Kur’an’da Allah Resul’ünün geçmediğini zanneden bir şair.  Allah onu affetsin, taksiratını affetsin. Ama Cemil Meriç de meğer bilmiyormuş devrimin Kur’ani bir kelime olduğunu, İslami bir kelime olduğunu. Aslında Doğan Acemoğlu’nun ifadesiyle kullanalım, haksızlık etmeyelim, yerini de söyleyelim, kendisinin ‘yaratıcı yıkım’ diye bir ifadesi var, belki onu da başkasından almış olabilir, Amerikan düşünce dünyasında kullanılıyor olabilir, o tarafından haberim yok. Devrim ‘yaratıcı yıkım’dır, yani yapıcı kalmaz. İnşa eden kaos, hayat içinde vardır zaten.  Dört milyar yıllık canlılık tarihimizin, canlılık geçmişimizin bütünü bile bir yaratıcı yıkımdır. Mutasyonlar bu yaratıcı yıkımın sonucudur, on mutasyonun dokuzu negatiftir, terstir. Bir tanesi pozitiftir ve o pozitif üzerinden yürürüz. Zaten canlılar ve şu andaki yeryüzü güneş sistemi ölçeğindeki son ürünü olan biz, Homo Sapiens, yani insanlar işte bu yaratıcı yıkımın sonuncusudur. Aynı zamanda yaratıcı yıkımda depremleri de bu bağlamda görebilirsiniz. Yeryüzünde canlı hayat yaratıcı yıkımın sonucudur, devrimin sonucudur. Yani eğer yeryüzü ilk 300 milyon yılında ateş topu olup da göktaşları tarafından sürekli bombardımana tabi tutulmasaydı ondan sonra gelen yeryüzünün dörtte üçünün su olan bir mavi gezegene dönüşmesi belki de mümkün olmayacaktı. Onun için o göktaşları içlerinde yeryüzüne su taşıdılar, tabiri caiz ise su tanklarıydı, geldiler ve yeryüzünün ateşini söndürdüler.  Ve yeryüzünü bir bahara döndürdüler, cehennemden cennette dönüştürdüler. Dolayısıyla devrim bu anlamda doğada gördüğümüz, kâinat ayetinde de gördüğümüz şey. Kevn ve fesat derler, oluş ve bozuluş.  Kur’an’da da iki sure vardır bununla ilgili. Fatır Suresi, İnfitar Suresi.  İnfitar yeniden oluş demektir. Bozulup yeniden olan, devrilip yeniden kurulan demektir. İnfitar bir kâinat devrimi suresidir. Hiç şüphesiz Kur’an Şuara suresinin sonunda bahsettiği bu devrimden toplumsal olarak da söz eder. İşte aslında kavimlerin helaki olarak anlatılan Nuh kavminin, Lut kavminin, Ad kavminin, Semud kavminin ve diğer kavimlerin helakı bir devrimdir aslında, ilahi bir devrimdir ve bu devrimlerin helakı da bir devrimdir, ilahi bir devrimdir ve bu devrimlerin sonuçları olmuştur. İmparatorlukların yıkılışı bir devrimdir, tarihin çöplüğü yıkılmış devletlerle doludur, ölmüş kahramanlarla doludur, vazgeçilmez olduğunu zanneden bir sürü inanla doludur. Vazgeçilmez olduğunu zanneden bir sürü insan olmuştur. Dolayısıyla devrim bir yerde tıpkı heyelan gibi ölü toprağın dinç toprakla yer değiştirmesi gibidir. Üsttekinin devrilmesi lazımdır. Büyüyen ağacın devrilmesi lazımdır ki daha sonra büyüyecek ağaçlara yer olsun.  Dolayısıyla insanlar da öyledir, önceki nesillerin ölmesi lazım ki sonraki nesiller ortaya çıksın ve kendi türkülerini, kendi şarklılarını söylesinler. Kendi imarlarını yapsınlar, kendi mimarilerini yükseltsinler. Dolayısıyla bu Allah’ın yasasıdır, sünnetullahtır.

 

Bu anlamda bendeniz de Kur’an’ın devrimleri olduğunu görüyorum. Kur’an cahilliyye kafasına bir devrimdir, cahiliyyenin aklı vardı ama zekâsı yoktu, cahiliyye ahlakına bir devrimdir. Cahiliyye ahlakı bir kabile ahlakıydı. Cahiliyye siyaseti ucuz siyasetti, entrika siyasetiydi. Cahiliyye ticareti zulüm ticaretiydi, kol bükmek ekmeğini almak ticaretiydi. Cahiliyye insanı tamamen kabilenin kuluydu, kabile şeyhinin kuluydu. Ve cahiliyye insanı menfaatine tapan tiplerdi. Zaten onu mukaddime derslerinde, giriş derslerinde anlatıyorum. Kur’an hepsine bir devrim yaptı. Kur’an bu devrimi yaparken zihin dünyamızda kavramsal anlamda devrim yaptı, yani düşünsel anlamda devrim yaptı. Ondan sonra da eylemsel anlamda devrim yaptı ve yeni kavramlar getirdi. Salih amel gibi, takva gibi, sorumluluk bilinci gibi yepyeni kavramlar getirdi. Dolayısıyla bu anlamda Kur’an, cahiliyyenin Allah’ın aslından ( مِن دُونِ اللَّهِ ) Allah’ın yardımcıları var, ilahlar konseyi var anlayışını yıktı. Yerine tevhidi getirdi,diğerine şirk olarak damgaladı. Şirk aslında tevhidin en büyük düşmanı, tevhidin savunusu da insanın özgürlüğünün savunulması olarak ortaya konuldu, zira tevhit insanın özgürlüğünü garanti belgesidir, şirk ise insanın özgürlüğünü kaybetmesinin insanlıktan çıkmasının garanti belgesidir.  Onun için Kur’an insanın özgürlüğünü tevhit üzerinden savundu ve insanın köleleştirilmesini veya insanın bir başkasını köleleştirmesini yani ya bir firavun bulmasını ya da bir firavun olma fırsatını bulmasını yasakladı. İşte bu noktada Kur’an buna karşı bir devrim yaptı, sonra ahlâkta devrim yaptı, bencillik ahlakını yere serdi ve paylaşma ahlakını getirdi. Kur’an bu anlamda ahlaki tüm davranışların temeline sorumluluğu yerleştirdi, takva adını verdi. Takvayı da tek üstünlük ölçüsü yaptı. Kabile ahlakını yere serdi zira kabile ahlakı dediğimiz şey kabile onaylıyorsa o ahlakidir demek oluyordu. Kabilecilik güce tapan bir zihniyettir. Zira adı üstünde yani atalarının yolunu din edinen yani atalarına ilahlaştıran bir zihniyettir.

Kabilecilik aslında gelenek putuna tapan bir dinin mensubudur, işte onun yerine Kur’an ahlakına ve fıtrat ahlakına uygun, anlam ve amacına uygun davranışı koydu. Bunun dışında birçok alanda devrim yaptı, onların çaput ve ganimet anlayışının yerine gönül fethini koydu, insan kazanımını fetih olarak adlandırdı. Fetih Suresi bir barışın hemen arkasından inen bir sureydi. Hudeybiye barışı görünürde aleyhte gibi duran dört maddesinin üçünün Müslümanların aleyhine olduğu kanaatine sahipti, bir barışın arkasından indi. Peki buna karşılık ne oldu?  Kur’an’a bir devrim yapıldı. Emeviler Kur’an’ın cahiliyeye yaptığı devrimleri yok etmek ve cahiliyyeyi geri getirmek için bu devrimi yaptılar. Kur’an’a karşı devrim yaptılar ve bu dinin içine maalesef kadercilik diye bir şeytan dinini yerleştirdiler, aynı zamanda paraya tapan bir mantık yerleştirdiler, güce tapan bir siyaset yerleştirdiler, entrikayı siyasetin kendisi ilan ettiler. Yalanı siyasetin temeline yerleştirdiler ve Emevi siyaseti kim haklıdır sorusuna tıpkı müşrikler gibi, güçlü olan haklıdır demeyi yerleştirdi. Daha sonra fıkıhta İslam fıkhı adını verdikleri Sünni fıkıh da bunu meşrulaştırdı ve bunun kelamını yaptılar, daha sonra Abbasiler döneminde de hadisler uyduruldu, o da bir karşı devrimdi aslında. Abbasi karşı devrimi hadis üzerinden yapıldı. Bir buçuk milyon yalanın Allah Resul’ünün diline konularak dinin içine bir Truva atı gibi sokulması ve Kur’an’ın önüne bir set ördüğü cahiliye şirk dininin hadislerin içinde tıpış tıpış İslam’ın, Müslümanların yüreklerine, zihinlerine, hayatlarına buyur edilmesi söz konusu oldu. Onun üstüne tasavvuf, tüm dinlerin içinden birer parça alan özellikle de Uzakdoğu dinlerinin, Hint dinlerinin mistisizmini getirip İslam tasavvufu adı altında şirkin üzerine sıva çeken bir hal aldı ve İslam’ın iç kalesine şirk tasavvuf cübbesi giyerek, tasavvuf kavuğunu sararak, tasavvuf boncuğunu eline alarak Müslümanların ta yüreği yine geldi kuruldu. Dolayısıyla Kur’an’a karşı bir devrim yaptılar. Şu anda çektiğimiz tüm sıkıntılar bu Kur’ansız Müslümanlık aslında kendisine karşı devrim yapılmış şirket dininin, Truva atının içine binerek İslam’ın, Müslümanların zihin dünyasına, hayatına kurulan şirket dininin bir kılık değiştirmiş halidir. Onun için şu anda ahlak derseniz Müslüman çukurda, bilim derseniz Müslümanlar bilimde de bitmiştir. Bilimin kölesi konumundalar, öğrencisi bile değildirler. Öbür taraftan teknoloji derseniz, teknolojide de çok kötü bir tüketicidir Müslüman Şark, yani düşman ilan ettiği hasımları üretir bunlar ise emeklerini, büyük bir ömürlük emeklerini vererek onların ürettiklerini satarak kötü bir tüketicisi olmuşlardır. İlimde de öyledir, ürettiğimiz ne var ortada? Akıl derseniz nerede Müslümanların aklı, aklın üstüne abdest bozan tipler bunu da İslam adına yaptıklarını söyleyecek kadar arsızlaşabiliyorlar, yüzsüzleşebiliyorlar. Kur’an, vahyi akılla aynı kefeye koyup da birbirinin yerine geçen -ki Mülk suresinin onuncu ayetidir- iki değer olarak nitelerken öyle bir tip türedi ki uydurulmuş dinci tipi bu. Vahim akılla kendisinin yerine ikame edilen bir değer olarak gördüğü akla abdest bozan bir tip türedi. Bu yeni bir şey de değil ve şu anda İslam aklı zümrüdü Anka olmuş Kafdağı’nda gitmiş. Peki vicdan nerede? Vicdanı var mı Müslüman şarkın? Vicdanı olan birbirinin içine düşen bir idrak hastasına dönüşür mü? Bugün Müslüman şark, eğer kimse yaptığından hesap vermeyecek isteyen istediğinin canına kıyabilir dese, Müslüman şark da herkesin öldürebileceği bir zümre vardır. Bu zümre böyle bir katiller ordusuna, böcek sürüsüne dönüşecek hale gelmiştir. Peki Müslüman şarkta adalet ve meşveret var mı? Dünyanın en rezil günleri, en despot rejimleri, en berbat rejimleri, en hırsız rejimleri, en soysuz rejimleri, en diktatör rejimleri Müslüman şarktadır. Peki kalite var mı? Herhangi bir şeyi kaliteli yapar dediğiniz, şu işi Müslüman şark kaliteli yapar, şu şeyi Müslüman şarktan alalım dediğimiz ne var? Herhalde bizden bir şeye müşteri olsalar yalanı en kaliteli söyleyen Müslüman şarktır, oradan alalım derler. Yalana da kimse müşteri olmaz, yalana da kimse para vermez. Veya dedikodunun en harikasını bu toplumlar üretiyor diye kimse gelip dedikodu da almaz. Biz biraz dedikodu üretelim de ithalat yapalım diyecek kadar ahmak bir toplum yok yeryüzünde. Veyahut da birbirlerini öyle güzel öldürüyorlar ki bayılıyoruz biz bu birbirlerini öldürmelerine. Yani birbirlerini öldürme konusunda ürettikleri bu muhteşem sanatı biz ülkemize ithal edelim diyecek kadar kudurmuş bir toplum da bulamazsınız. Herhalde bunları beklemiyoruz biz. Yani neresini tutsak elimizde kalan bir durum bu.

 

Peki devrimden devam edelim hocam, az önce de ifade ettiğiniz gibi bir toplumda çürüme, bozulma ve yozlaşma meydana geldikten sonra hemen arkasından bir devrim gerçekleşmiştir.  Cumhuriyet tarihinden bu yana Türkiye’ye baktığımızda çok katmanlı bir fesat ve çürüme dönemindeyiz gibi görünüyor. Bu çürüme ve bozulmanın arkasından bir devrim yakın mıdır, bu alametleri bir devrimin habercisi olarak görebilir miyiz?

Ben öyle görüyorum. Kesinlikle çok şey öğreniyoruz bu bir. Yani asla karamsar değilim, aksine çok ümitvarım. Ümit imanın çocuğudur. Ümidi öldürürseniz anasını ağlatırsınız, çocuğunu öldürürseniz iman annesi ağlar.  İkinci yasa budur. Kemaluhu zevaluhu, bir şeyin zirvesi onun sonudur. Artık zirveyi aşınca yokuş aşağı inecek demektir, önü açık demektir. Üçüncüsü zaten içinde bulunduğumuz şu durum bitmişlik durumudur artık gidecek yer yok, deniz bitti, bundan sonra çözüm bulmak zorundayız. Yürüyecek yer kalmadı, kıpırdayacak yer kalmadı, dip budur. Bundan daha dibi yoktur. Dibi gördük, eğer yürürsek düzlüğe çıkacağız. Dördüncüsü, öğreniyoruz. Mekke Müslümanlar için çok acı bir dönemdi, işkence vardı, zülüm vardı, yok etme vardı, ama Müslümanların okuluydu. Mekke bir okuldu, o okulu okumasalardı Medine şehâdetnâmesini yani diplomasını alamayacaklardı. Bizim içinde bir okuldur, toplumlar böyle öğreniyor maalesef.  Benim bir tek korkum var o da şu; eğer biz başkasının yaşadığı acılardan ibret almazsak, Kur’an, ‘ibret alın ey akıllı sahipleri’ der, ‘basiret sahipleri ibret alın’ der. İbret, bir şey yaşamadan onu yaşayanlardan örnek almak, ders almak demektir. Eğer ders aldım derseniz o şeyi bir de sizin yaşamanız gerekmez. Başkasının yaşadığı acının elde ettiği sonuçtan istifade edersiniz, yani çok pahalı bir şeyi gerçekten çok ucuza elde etmiş olursunuz.  Bunun değeri olur mu olmaz mı onun tartışması ayrı ama benim korkum şu, eğer Avrupa’nın yaşadığı tarihten ibret almazsak, Avrupa’nın orta çağının neye mâl olduğundan ibret almazsak, 1000 yıllık bir karanlıktır Avrupa orta çağı, o zaman bizim bir 400 yılımız daha var demektir. Yani Avrupa’da bundan beş yüz, altı yüzyıl önce gördüğümüz kepazeliği aynen biz de yaşayacağız demektir.  İşte buna yanarım, buna acırım, çünkü görünen köy kılavuz istemez. Geçmiş geleceğe suyun suya benzediği kadar benzer. İbret alınmazsa tarih tekerrür eder. Allah Resul’ünden nakledilen ve Kur’an’a vurduğunuz da geçer not alan o harika ifadede olduğu gibi, “siz sizden önceki sapmış ümmetlerin arkasından izini, yolunu adım adım karış karış İzleyeceksiniz” hadisinde olduğu gibi aynen Avrupa’nın arkasından Avrupa’ya söve söve gidiyorlar. Küfür ede ede onların yollarında yürüyorlar, onların yollarında onlara karşı slogan atarak yürüyorlar.  İşte bu duruma düşeriz, benim tek korkum budur.

 

Eğer ibret alırsak.  Piyasa Goygoyculuğuna çıkıp da bulunduğu makamda birazcık daha fazla kalmak için gelene ağam gidene paşam diyip hiçbir sahtekarlığa dokunmayıp sadece ve sadece onaylanmış olanın tekrarını ifade ederek konumunu koruyan şarlatanlarla değil, gerçekten de risk alan emek veren ve hakikati söylemenin bedelini göze alıp o hakikati her şeye rağmen söyleyen insanlarımızın önünü biraz açarsak, onları çoğaltabilirsek, onlara fırsat tanırsak, onların sözlerini hak ettiği değeri verirsek ve onları yalnız bırakmazsak, onlara saldıran çakal sürüsüne ‘hoşt’ demeyi bilirsek ben çok çabuk toparlayacağımızı düşünüyorum.

Burada bir anımı anlatarak nokta koyalım; Muhammet kutup Üstatla Mekke’deki evinde ne olacak bu ümmetin halini konuşuyoruz, ümmet falan da yok ortada tabi, söz döndü dolaştı üstad dedi ki; “çok berbat göründüğüne müttefikiz. Bu soruların tamamı üzerinde söz birliğimiz var seninle, aynı düşünüyoruz fakat bu sayılan sorunların birçoğu sınırlı sayıdaki ana soruna bağlı, eğer o ana sorunlardan birini çözersek 50 sorun otomatikman çözülür”. Bu çok hoşuma gitti. O ana sorunların çözümünde o ve ben farklı düşünüyor olabiliriz, o sorun değil, bence tali bir şey. Yani ana sorunlar çözülünce, bir sorun çözülünce, 50 sorunun da kendiliğinden çözüldüğünü bilmek insanı rahatlatıyor.

 

Son olarak Hocam 4 dersi geride bıraktık, dersler üzerinden yorumlar alıyor musunuz, geri dönüşler nasıl?

Doğrusu ben beklediğimin ötesinde demeyeyim o biraz iddialı konuşmak olur ama beklemediğim bir şeyle karşılaştım. O da şu; bizim eski mahallenin bu tip bir bilgilendirmeye karşı artık tabiri caiz ise ipek böceğinin kozasını kendisine mezar etmesi gibi kendisine bir mezar örmüş, mezarın içine çekilmiş, mezarını sarayı ilan etmiş, kendisini sultan ilan etmiş bir ölü. Mezarın içinde bir ölü düşünün ki kendisini sultan, kabrini de saray ilan etmiş, mezarlığı da başkenti ilan etmiş. Böyle bir hâle gelmiş eski mahalle. Onun için eski mahalleden bir şey çıkmayacağına biliyordum da bizim şimdiye kadar ötekileştirdiğimiz ki bunu bir öz eleştiri olarak söylüyorum ve bundan dolayı da Allah’tan af diliyorum, çünkü insanları önce parçalara ayırıp, sonra sizden olmadığı gerekçesiyle bazı parçalarını ötekileştirmek, şeytanlaştırmak, ancak şeytanın hizmetinde bulunmaktır. Ben de bundan dolayı af diliyorum, istiğfar ediyorum. O mahalleden öyle geri dönüşler alıyorum ki yani Allah’a şükür secdesi yaptığım dersler oldu, geri dönüşler oldu. Elhamdülillah diyeyim de siz anlayın.

 

Örnek verebilmeniz mümkün mü? 

Şimdi örnek veririm ancak bu geri dönüşler içerisinde öyle etkin ve yetkin insanlar var ki isim söylesem şimdi bu çakal güruhu topyekûn ona havlamaya ve hırlamaya başlayacaklar. Bu insanlar içerisinde şu an değerli konumda olanlar var. Ki isim söylesem onun bulunduğu konuma havlamaya ve hırlamaya başlayacaklar. Onun için gelin bu çakal sürüsünü ürkütmeyelim, kervanlarına zarar gelmesin, kervanları yürüsün. Bu insanların isimlerini duymaktansa varlıklarını bilmekle iktifa edin. Ama gerçekten çok sevinebileceğimiz sevinebileceğiniz geri dönüşler bunlar.

 

Hocam son olarak sizin takva kavramına yüklediğiniz anlam yani sorumluluk kavramı bağlamında sormak istiyorum, Mustafa Hocamız ve babam olarak bizlere bu derslerden dolayı tavsiyeniz, öneriniz nedir? biz de elimizi taşın altına koymak istiyoruz diyen değerli talebelerimiz adına ilk ödevi ben almış olayım; Siretü’l-Kur’an dersleri talebelerinden ne bekliyor hocam? Bizi nasıl görmek istiyor?

İnsan olmadan Müslüman olmayalım, dindarlığımızı Allaha gösterelim, birbirimize insanlığımızı gösterelim, cahilin dindarlığı arttıkça sapması da artar. O halde cehaletimizi yenmeden dindarlaşmayalım. Din insanın aklını, iradesini, vicdanını, adaletini, merhametini, kalitesini yani insanlığını artırmıyorsa; yobazlığını, alçaklığını, holiganlığını ve mayışmışlığını, uyuşmuşluğunu arttırır. Böyle bir dinden Allaha sığınalım. Benim söyleyeceklerim bunlardan ibarettir. Bunlar aslında daha sonra söyleyeceklerimin habercisidir. Bütün bu ifadelerimi açarsanız söylediklerimin tamamı da zaten buraya götürür.

Yorum Yaz