Siretü’l Kur’an-26.Ders-“Ey İnsan, Varlığının Anlam ve Amacı Üzerinde Düşün!”

 

SİRETÜ’L-KUR’AN- 26. DERS

AL’A SURESİ:

“EY İNSAN, VARLIĞIN/IN ANLAM VE AMACI ÜZERİNDE DÜŞÜN!”- 26.01.2020

 

Pari rui, good morming, guten morgen, huten morgen, bonjour, bonjorna, dobro utro, cindobre, selamat pagi, ohayoou gozaimasu, zaoen, haberi, şalom, dilam şivi dobisa, aloha… Dünyanın neresinde insanlar birbirlerini nasıl selamlıyorlarsa, ben de herkesi hepinizi burada olan ve olmayan herkesi, öyle selamlıyorum. Zira selam, İslam’dır. İslam’ın parolasıdır. Selam barış parolasıdır. İslam Allah’ın barış projesidir. Küresel barış projesi. Tabi ki bu projeyi, biz bir küresel savaş projesine çevirdik. Bunu Müslümanlar yaptılar. Nasıl yaptık sorusunun cevabını öğrenmek için aslında “Kur’an’ın hayat yürüyüşü” derslerini yapıyoruz. Nasıl koptuk, gerçekten nasıl koptuk? Allah’tan nasıl koptuk? Yerine gücü koyup, güce tapıp Allah’a tapıyoruz dedik. Peygamberden nasıl koptuk? Yerine sahte peygamberleri nasıl koyduk? Kur’an’dan nasıl koptuk? Yerine sahte Kur’anları nasıl uydurduk, koyduk ve bu Allah’tandır bu bana yazdırıldı dedik, dedirttik. Yerine nasıl hakikatler, sahte hakikatleri koyduk, gerçek hakikatlerin yerine ve o sahte hakikatlerin peşine takıldık. Ve bütün bu işte takas sonucunda geldiğimiz nokta ortada. Ama derse girmeden önce Elâzığ ve Malatya’da olan depremden dolayı, hayatını kaybeden kardeşlerimize, Allah’tan rahmet diliyorum. Yaralanan kardeşlerimize, acil şifalar diliyorum. Yakınlarına, vefat edenlerin yakınlarına, baş sağlığı diliyorum. Sevenlerine, baş sağlığı diliyorum. Umarım, bundan böyle daha dikkatli oluruz. Umarım, depremin yıkıntılarının altından gelen, depremzede çığlıklarına kulak verdiğimiz gibi ekonomik depremin altında kalan ve oradan gelen çığlıklara da kulak veririz. Hukuk depreminin altında kalıp, oradan gelen çığlıklara da kulak veririz. Siyaset depreminin altından kalıp, oradan gelen çığlıklara da kulak veririz. Ve diğer tüm toplumsal, sosyal depremlerin altında kalıp, oradan gelen çığlıklara da aynı hassasiyeti gösteririz. Göstermezsek ne mi olur? Depremi eğer biz, bizi birleştiren bir unsur olarak görmeye devam eder isek yani sadece depremlerde birleşirsek eğer, yetiş ya deprem neredesin diye deprem duası yapmış oluruz. Belamızı istemiş oluruz. Dolayısıyla deprem gelince şikayet etmesinler böyle yapanlar. Ve tabi ki deprem geldikten sonra, depremin acısını bastırmak için elimizden ne geliyor diye soranlara, deprem olmadan önce sorumluluğumuz nedir diye sormak düşer. Üzerimize düşeni yaptık mı? Sorumluluğumuzu yerine getirdik mi? Binaları denetledik mi? Fay hattının üzerine bina yapmadık mı? Allah’ın jeolojik yasalarını çiğnemedik mi? Sorumsuzluk yapıp, adını kader koymadık mı? Bunları sorarız. Bunlardan sınava çekeriz kendimizi ve ondan sonra, kendimize not veririz. Eğer Kore’de, Japonya’da; 8 şiddetinde deprem 6 kişi öldürüyor, ama Gölcük’te olan 7,4 şiddetindeki deprem 36 bin kişi öldürüyorsa, işte orada dururuz. Orada suçu, Allah’a atmayız. Allah’a, iftira etmeyiz. Deprem için dua etmenin aslında inşaat malzemesinden çalmamak, binaya hakkını vermek, doğru dürüst binalar yapmak, fay hattının üstüne inşaat yapmamak. Allah’ın sünneti olan, tabiata koyduğu sünnetullahı, çiğnemeyiz. Denetimi iyi yaparız ve hani o barış yasası vardı. Neydi onun adı? İmar barışı. İmar barış yasası çıkardığımız gibi depremle barış yasası çıkarırız bir de. Depremle barışık yasama yasası. O yasa çok daha önemliydi. Dolayısıyla, bunları yaptığımızda işte o zaman, depremin öldürmediğini, insanın sorumsuzluğunun öldürdüğünü anlamış oluruz.

Hepinize tekrar hoş geldiniz, sefa geldiniz diyor ve bir önceki surenin, Tekvir Suresinin sorduğu bir soruyla, derse girmek istiyorum ki bu ayeti geçemedim. Bu ayet, arkamdan yakaladı. Dur, dedi. Dur nereye gidiyorsun beni söylemeden. Beni söyle öyle git. Beni söyle öyle geç dedi. Tekvir Suresini öyle geç, ben de bu ayeti söylemeden, elini eteğimden yakamdan sıyıramadım.

 

NEREYE GİDİYORSUNUZ? 

“Fe-eyne teżhebûn” “Nereye gidiyorsunuz?” Gidiş nereye? Manası bu. Nereye gidiyorsunuz? Allah’ım, bu nasıl bir hitap. Bu, nasıl bir titreten bir hitap. İnsanlığın tümüne böyle bir soruyu sormak için herhalde, A’la makamında olmak lazım. Ekber, makamında olmak lazım. Kayyum, makamında olmak lazım. Kebir, makamında olmak lazım. Azim ve alim, makamında olmak lazım. Fe-eyne teżhebûn. Nereye gidiyorsunuz? Sahi nereye gidiyorsunuz? Ey dünyayı yönetenler! Bu soruyu hiç üzerinize aldınız mı? Size sorulsaydı nereye gidiyorsunuz diye, ne cevap verirdiniz? Büyük dağları ben yarattım, küçükler de babamdan kaldı havasıyla, nereye gidiyorsunuz? Her şeyi yöneteceğinizi zannederek, nereye gidiyorsunuz? Kalbinize bile durduğunda, teklediğinde, söz geçiremeyeceğinizi bile bile nereye gidiyorsunuz? Bir bebeğe, dur dediğinizde, bebeğin ağıtını kesemezken, sizin emriniz, sizin fermanınız, bir bebeğe bile yetmezken, nereye gidiyorsunuz? Ey dünyanın varsılları, varlıklıları, varlıkla sınanalar desek mi acaba? Diyelim. Siz nereye gidiyorsunuz? Ne kadar yığacaksınız daha? Ne kadar biriktireceksiniz? Biriktirdiklerinizi ne yapacaksınız? Ne kadar götüreceksiniz. Öldükten sonra ne kadarını taşıyabileceksiniz? Ne kadar yiyeceksiniz? Daha fazla ne yiyebilirsiniz ki? Bir insan ne kadar yer ki? Tamam, asli ihtiyaçlarınız var. Evleriniz var; yazlık, kışlık, baharlık, sonbaharlık. Arabalarınız var; şu şu şu marka. Peki, dahasını ne yapacaksınız? Ne yapacaksınız Allah aşkına? Bu yükü nasıl taşıyacaksınız? Niye iyilik biriktirmiyorsunuz, bir kumbarada? Bir kumbarada, niye gönül biriktirmezsiniz? Bir başka kumbarada, neden dua biriktirmezsiniz? Bir başka kumbarada, neden mazlum, mağdur, yoksul ve açların sevincini biriktirmezsiniz? Nereye gidiyorsunuz? Ey dünyanın kütleleri, kitleleri, sessiz yığınları, siz nereye gidiyorsunuz? Neden sürü oldunuz? Neden güdülmeye bu kadar müheyya ve hazırsınız? Neden birisini ille de gel beni güt, diye çağırıyorsunuz? Neden neden siz, hep ezilmek için ezen birini arıyorsunuz? Neden iradenizi çalıştırmıyorsunuz? Vicdanınızı aktif haline getirmiyorsunuz, aklınızı aktif hale getirmiyorsunuz? Neden Allah’ın size verdiği emanetleri kullanmıyorsunuz? Ey ruhban sınıfları, tüm dinlerin örgütlü dinlerin ruhban sınıfları; Hıristiyanlığın, Yahudiliğin, Budizm’in, Hinduizm’in, Müslümanların. İslam’ın demedim. İslam’ın ruhban sınıfı yok. Sıfırlamıştır ama Müslümanlar lök gibi ruhban sınıfları var edip, getirip dinin tepesine boca etmiştir, bela etmiştir. Ey ruhban sınıfları, siz nereye gidiyorsunuz? Ne kadar Allah’la aldatacaksınız? Dilinizden Tanrı, dilinizden Got dilinizden Allah, dilinizden Şiva, dilinizden Anu, dilinizden şu bu düşürmüyorsunuz ama satıyorsunuz. Hep satıyorsunuz ve samimi değilsiniz. Allah, sizi aracı olarak seçmedi. Allah, şah damarından yakın. Şah damarımızdan yakın. Siz nereden çıktınız? Neden durumdan vazife çıkardınız? Neden şah damarımızla, Allah arasına girip de damarımızı kesiyorsunuz? Neden? Neden size itibar edenleri, cennetle müjdeleme hakkını nereden alıyorsunuz? Cennet tapusu dağıtma hakkını nereden alıyorsunuz? Cennetin anahtarını cebinizde taşıdığınız iddiasını nasıl söyleyebiliyorsunuz, nasıl bunu ima edebiliyorsunuz? Siz kimsiniz? Ey ruhban sınıflarının arkasına dökülenler, ey kapılananlar, ey aklını kiraya verenler, neden aklınızı kiraya veriyorsunuz? Allah size akıl diye emanet verdi. Neden aklınızı kullanmıyorsunuz? Neden,”seni cennetlik edeceğim, gel arkama düş follow me beni takip et gir cennete” diyen sahtekarlara haddini bildirmiyorsunuz? Sen, ne zaman cennetlik oldun da beni cennete götüreceksin? Sen, garanti kimden aldın da bana garanti veriyorsun, bu ne hadsizlik! “Sen, ne zaman Allah oldun haşa”, diye sormuyorsunuz. Neden sizi mal yerine, koyun yerine, sürü yerine koymasına izin veriyorsunuz? “Ben peygamberle görüştüm, ben Allah’la görüştüm, ben şu haberi aldım, ben bu haberi aldım diyenlere neden haddini bildirmiyorsunuz?”

Fe-eyne teżhebûn. Ey bütün insanlık! Siz nereye gidiyorsunuz? Sahi nereye gidiyoruz? Dostlar, bu soru herkesin yüreğinin ortasına yazılmalı ve herkes aynaya bakıp, başta ben aynaya bakıp, nereye gidiyorsun demeli. Ey Allah’ın Mustafa kulu, nereye gidiyorsun? Herkes gidişatını sorgulasın, değerli dostlar. Tekvir 26’ydı ve derse başlıyoruz.

Kuran’ın Hayat Yolculuğu dersimizde, Siretü’l Kur’an dersimizde, bugün 26.dersteyiz 26 Ocak 2020. A’la suresi güzel bir tevafuk. Çağlar ötesinden yankılanan Kur’an’ın sesi: “Ey insan, varlığın/varlığının anlam ve amacı üzerinde düşün! Varlığın varlığının anlam ve amacı üzerinde düşün.” A’la Suresinin başlığı. Sureye bir başlık düşünülse, Allahualem benim koyacağım başlık bu olurdu. A’la suresiyle ilgili birkaç anekdotla başlayayım. Esma-i Hüsna ile başlayan beş surenin ilkidir. Diğerleri: Fatır suresi, Ğafir suresi, Nur suresi, Ğafir suresinin bir ismi de Mü’min suresi biliyorsunuz. Bazı Mushaflarda öyle bazılarında öyle. İsimler sonradan oturmuştur. Tabi ki Kur’an, kendi surelerine isim vermemiştir. İsimler, sonradan verilmiştir. Bunların çok azı, Allah Resulü döneminde isimleşmiş, isimleri oturmuştu. Ama pek çoğu daha sonra daha sonraki hatta yakın zamanlarda oturan isimler vardır. Ve Rahman suresi, Er Rahman diye başlar mesela. Evet. Allah Resul’ünün ölmeden önce kıldırdığı, son namazda okuduğu sure, bu dostlar. Bu önemli. Bu küçük bir nükte ama önemli, A’la suresi. Allah Resulü hiçbir sureyi, sevap olsun diye okumadı. Sevabına sure okunmaz, böyle bir şey yok. Allah Resulü hiçbir sureyi teberrüken, bu icat edilmiş bir kavramdır, okumadı. Allah Resulü, bir sureyi okuduğu zaman, o durumda, o anda, o zamanda, o içinde bulunduğu halde, yaşadığı hale anlamı en uygun düşen, o hali beyan eden, hatta o halde kendisini terapi yapan, arkasındaki insanları terapi yapan, onlara bir şeyler hatırlatan, onlara öğüt veren, onları dik ve diri durmaya davet eden, onları o konuda bilinçlenmeye davet eden, sure seçimiydi bunlar. Onun için önemli. Diğeri Kâfurun. Gerekçeli tertibimizde; 9.sırada. Gerekçeli tertibimiz diyorum. Tertip nedir? Kur’an’ın iniş sıralaması. Buna nüzul tertibi denir. İniş sıralaması. Elimizdeki Mushaf, iniş sırasına göre değil biliyorsunuz. Hz. Osman döneminde, önce 5 kişilik, sonra 20 küsur kişiye kadar çıkmış olan, bir heyete yaptırılmış olan, sıralama bu. Bu sıralama, Kur’an’ın iniş sıralaması değil. Kur’an’ın iniş sıralaması konusunda, birkaç sıralama var. En azından beş sıralama var elimizde. İbn-i Abbas’tan başlayarak, sahabenin 30’a yakın sahabenin, kendine has özel Mushaf’ı vardı, kendisi için yazdığı. Bunlar kendine has dediğim, birbirinden farklıydı anlamına gelmiyor. Birbirinden bir noktada farklıydı yalnız. Bunların, sure sıralamaları farklıydı. Yani sahabe, bunu biraz da kendi usulünce yapıyordu. Ama Allah Resul’üne geliş sıralaması vardı tabi. Değil mi? 23 yılda indi Kur’an, 23 yılda hangi sure veya hangi pasaj, ne zaman indi? Hangisi birinci, hangisi ikinci, hangisi üçüncü, hangisi beşinci, hangisi onuncu, hangisi yirminci yılda indi? sorusunun bir cevabı var. Fakat bu noktada, son sözü söylemek ve kesin liste budur demek mümkün değil. Ama birtakım karinelerle, birtakım delillerden, belgelerden ve Kur’an içi ayet atıflarından yola çıkarak, böyle bir sıralamayı, doğruya en yakın şekilde yapabiliriz. Bendeniz, önceki beş sıralamanın üzerine, Kur’an içi atıflardan yola çıkarak; Kur’an içi, Kur’an dışı, siyer, yaşanmışlıklar bütün bu atıflardan yola çıkarak, bir sıralama da ben yaptım ve işte ona gerekçeli tertip diyorum. Bu sıralamanın gerekçeleri; “Hayat Kitabı Kur’an Mealimin, surelerin giriş sayfasında mevcuttur, bir paragrafla izah edilmiştir. Merak eden lütfen oraya baksın.

 

I-) TESBİH

“Tesbih”. Evet. Konu konu gitmiyoruz aslında. Bir önceki derste; “zikir”, ondan önceki derste; “şeytan”. Konu konu gitmiyorduk ama. Evet, konu konu gitmiyoruz. Fakat, bir yöntemimiz var. Nedir o? Kur’an’ın iniş sürecinde, bir kavramın ilk geçtiği yerde, o kavramı ele alıyoruz. Efradını cami ağyarını mâni. Yani geniş biçimde, derinliğine ve genişliğine o kavramı ele alıyoruz ama bir kere alıyoruz. Ondan sonra oraya atıf yapacağız. Bundan sonra tesbih kavramlarını, böyle hiç ele almayacağım. Bir kez ve tesbih kavramı, ilk defa iniş sürecinde, 23 yıllık iniş sürecinde nerede geçiyormuş? A’la suresinde geçiyormuş, birinci ayette. “Sebbihisme rabbike-l-a’lâ”. Eyvallah.                                                                  

Bozuk kavramlarla, düzgün insanlar oluşmaz. Neden kavramlar? Kavramlar, Kur’an’ın kamusudur. Kamus; namustur. Yani kavramlar, Kur’an’ın namusudur. Kavramlara müdahale, kavramlarla oynamak, kavramları bozmak, Kur’an’ın namusuna tecavüzdür. Dolayısıyla, Kur’an’ın kavramlarını bozduğunuzda, Kur’an’ın kavramlarına saldırdığınızda, Kur’an’ın kavramlarına müdahale ettiğinizde, yani onlara takla attırdığınızda, onu gönderenin verdiği anlamdan dışarı çıkardığınızda, geleneksel anlamı o kavramın içine boca edip, Kur’an’ın asli anlamını o kavramdan dışarı çıkardığınızda, Kur’an’ın namusuyla, oynamış olursunuz. Dolayısıyla, aslına rücu etmesi lazım. Şimdi, tesbih deyince söyler misiniz? Bir sokak röportajı yapsak, alacağımız cevap nedir? Bin kişiye sorsak; tesbih, boncuk, sayı taşı, boncuk. İnanın, bunun dışında cevap veren, kaç kişi çıkar merak ediyorum. Aslında birileri çıksa da böyle sokak röportajları yapsa, ne güzel olur, bunu da yayınlasa, ne hoş olur. Yani halkın, toplumun, dini bilgisinin ne kadar tutarlı ne kadar otantik ne kadar düzgün ve dürüst olduğunu öğrenmiş oluruz. Ne kadar bozulmuş olduğunu da öğrenmiş oluruz. Evet.

Kavramlar düzelmeden, imanlar düzelmez. Tesbih deyince, aklına boncuk gelen insanın, aklına siz şaşmaz mısınız? Tesbih deyince aklına sayı taşı gelen, boncuk gelen bir insan, bir ömür tesbihi tanımamış demektir ve tanımayacak demektir. Zira bilmeyene öğretmek mümkün ama bildiğini zannedene öğretemezsiniz. Evet. Onun, önce bilmediğini kabul etmesi lazım. Bildiğini zannedene, öğretmek mümkün değil. Bismillah diyelim.

Kur’an’ın iniş sürecinde ilk geçtiği yer: “Sebbihis me rabbike-l-a’lâ” “Sebbih”; emir fiil. “Tesbih et.” Fiil, eylem, bir eylem emridir. ‘De’, değil! ‘Gul’, değil. Anlatabiliyor muyum? ‘De’, değil. ‘Sebbih’ bir emri yerine getir. Yani, bir eylemi yerine getir. Eylem emridir bu. Çünkü emir fiil diyorum, fiil, eylem. Eylemin emri. Tesbih et. Neyi tesbih et? “İsme rabbike-l-a’lâ: A’la olan Rabbinin, ismini tesbih et.” Peki bu, bir emir fiil. Yani, fiilin emri, eylemin emri. Bu eylem, nasıl yapılır?

 

  1. “SEBBİH” (TESBİH ET) EMİR FİİLİ NEYE DELALET EDER?

Sorusuna, klasik tefsirlerimiz, farklı şeyler söylemişler. Ben hepsini çıkaramadım, hepsini çıkarsam, sanırım sayfalar tutar. Ama ben, en belirgin olanlarını çıkardım.

– “Namaz kıl” anlamına gelir demişler.

– “Hayran ol” anlamına gelir diyen olmuş.

– “An” anlamına gelir diyen olmuş, zikre verildiği gibi.

– “Yönel” anlamına gelir diyen olmuş.

– “Allah’ı, tek bil” anlamına gelir diyen olmuş.

– “Allah’ı, tüm noksanlardan uzak bil” anlamına gelir diyen olmuş.

– “Allah’ı, tenzih et” anlamına gelir diyenler olmuş.

– “Allah’ı, kutsal bil” anlamına gelir diyenler olmuş.

Gördüğünüz gibi, bir tek emrin, bu kadar ki hepsini saysam bunun on katı çıkardı, bu kadar farklı anlamı olabilir mi? O zaman bir problem var. Bir problem var. Yani, bir sözcükle bu kadar çok şey söylenmeyeceğine göre, bu kadar çok şey söyleyecekse, bu kadar çok şeyi söyleyecek kelimeleri var Arapçanın. O kelimeleri de söylüyor zaten. Yani bunlardan bazıları mesela bir kısmı, zikrin anlamını buraya koymuş. Anlatabiliyor muyum? Bazıları, başka şeylerin anlamını, buraya koymuş. Yoksa, Allah’ı tek bil! Allah Allah. Kul hü vallâhü ehad orada duruyor zaten. Niye, bu ki böyle ki? Dolayısıyla Allah’ı tenzih et. Yani; Sübhân ayrı bir kelime, gördüğünüz gibi. Dolayısıyla, aynı kökten gelse de ayrı bir kelime. Ayrıca efenim, ‘teâla’, ‘teâllahi amma’ efenim ‘teâla’ kelimesi orada, fiilden yapılmış sıfattır aslında, çok ilginç, çok nadir görülür Arap dilinde, efendim. O da var aşkın ama oraya koymuş onu, o anlamı da getirmiş buraya koymuş. Yok öyle. Yani kelimeler bir torba değil, içine elinize geçeni atacağınız. Her kelimenin, bir anlamı var. Zaten öyle de olması gerekiyor, yoksa anlaşamayız, yoksa anlayamayız. Ya ne koysan gider, yok. Bir kelimenin içine, ne atsan gitmez, o zaman kelimenin anlamı yok demektir. Eğer kelimenin içine, eline geçen her şeyi atıyorsan, o kelimenin anlamı yok demektir. Yani anlam; herkesin kafasına göre bir şey giydirdiği değil, bir şey değil. Anlam; onun gelirken, içi dolu geldiğini kabul etmektir. Yani; onun geldiği yerde, içini dolduran doldurmuş ve sana bir mesajı iletiyor. Boş getirmiyor ki, kap değil ki içini doldur da istediğin gibi doldur, demiyor ki. O zaman ne olur? Buna Batînilik deniyor. Bu bir yoldur, mezheptir, bu bir tarikattır; Gnostisizm. Dünyanın çok eski zamanlarından beri gelen bir tarikattır, bir yoldur, bir mezheptir; Gnostisizm. Gnostikler denir, Batînilere. Batîniliğin en tipik şeyi nedir? Şudur: Bu kelimenin, bir zahiri bir batını var, yani bir dışı bir içi var. Bu kelimenin içini öğrenmek için; ‘gel.’ Nereye geleyim? ‘Bize gel.’ Peki size kime geleyim? “Şeyhe gel, üstada gel, gavsa gel, kutba gel.” Anlaşıldı. Meram anlaşıldı. Derdin anlaşıldı. Niye? Yani, neden sizinki biliyor? Bildiğini ne bileyim, niye geleyim, niye ona kul olayım, niye ona bende olayım, niye ona mür-id olayım? Niye olayım? Allah’a kul olmak dururken, niye olayım? Yoo… Büyükler bilir, sen bilmezsin. Sen ben nereden bileceğiz. Büyükler bilir. Ona gel. Peki geldik, ya bizi dolandırırsa ne olacak? O da kadere kırk beş. Eyvallah. Kader, nasip diyordu ya bir önceki derste.

Bunların hiçbirisi oturmuyor, çünkü klasik yorumlar “Rab” sıfatını görmezden gelmiş. İlginç. Allah değil ki ismi has kullanılmıyor ki orada. ““Sebbihis me rabbike-l-a’lâ”. Evet. Kimi tespih et? Rabbi. Fark var. Rab geliyorsa eğer bir emirde, Rab ismi, Rab sıfatı geliyorsa nedir orada biliyor musunuz? Yapmanız gereken o eylemin arka planındaki düşünce, Allah’ın yaratma ve terbiye etme eylemidir. Anlatabiliyor muyum? Bambaşka bir yere gitti iş. Evet. “İkra! Bismirabbik.” Yine geldik. Benzer bir yer. İkra, bismillah değil. Allah’ın adını oku değil, Rabbin adına oku. ‘Bismirabbik.’ Niye Rab? ‘Ellezi halak’ yaratma olduğu zaman; Rab’dır. Yaratma nerede var, orada Rab sıfatı gündeme gelir. Rab ismi gündeme gelir. Çünkü yaratan; Rab’dır. Bu anlamda işte burada da aynen onun gibi, Rab ismine bir atıf var ama bu görmezden gelinmiş. İkincisi. “Sebbih” bir emir fiilidir. Söylem emri değil, eylem emridir. Retorik değil, pratiktir. Yani retorik nedir? Efendim, şeydir işte konuşmak efendim. İnsanlara söylev çekme. O değildir. Bir pratik emridir.

“Tesbih nedir” sorusunun geri kalan ayetler açıklıyor. Buyurun. “Elleżî ḣaleka fesevvâ.” Tesbih nedir? Ki o, o kim? Rab, oraya gidiyor ismi mensur, ellezi halaka; yarattı. Fesevva; ve ne yaptı? Tesbihe etti, yaratılış amacını verdi demektir. Sevva; yaratılış amacını yaratmakla kalmadı, bir de yaratılış amacı koydu, yarattığına, bir amaçla yarattı demektir aslında. Bir amaç. Yarattığı her şeye, bir yaratılış amacı koydu. Tesbih, bununla ilgilidir. Evet. Gelecek ama ben şimdiden söyleyeyim, tesbih, bir şeyin tesbihi, yaratılış amacına uygun davranmasıdır. Evet. Yaratılış amacına uygun. O zaman anlaşılıyor değil mi? “Ve in min şey’in illa yusebbihu bihamdi.” Şu kâinatta, şu evrende Allah’ı hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Güneş, ay, yer, gök, toprak, hayvan, bitki, su, yıldızlar, galaksiler, nebulalar aklınıza ne geliyorsa elementler, atomlar bunların hepsinin ortak olduğu bir eylem söyleyeceksiniz. Ama hepsi yapacak bunları. Eğer dille yapılan bir şey olsaydı, hepsinin dili olması lazımdı. Hepsinin dili olması için de hepsinin canlı olması lazımdı. Ama bunlar canlı şeyler değil. Peki, ne oldu şimdi? Güneş, nasıl tesbih edecek? Ay, nasıl tesbih edecek? Hayvanlar, nasıl tesbih edecek? Atomlar, nasıl tesbih edecek? Her şey ama her şey demek her şey demektir. Evet. Her şeyin ortak noktası biraz önce söylediğim şeydir. Yaratılış amacına orada söylüyor aslında “fesevva” yaratılış amacına uygun davranışı, bir şeyin tesbihidir. “Velleżî kaddera fehedâ.” Evet. O ki, yine Allah’a Rabbe gidiyor yani. O Rab, ‘kaddera’ takdir etti. ‘Feheda’ ve ona yolunu gösterdi. Rehberlik yaptı. Yani onun, ondan sonraki gelişim ve değişim süreci, tekâmül süreci, evrim sürecini takdir etti ne ise. O süreçte devam edecek. Eyvallah. “Velleżî aḣracel mer’â.” Evet. Yine o Rab, ne yaptı? Mer’a’yı yeşillikleri çıkardı. Yani yemyeşil bir tabiat çıkardı. Hayatı böyle serdi ayağınızın altına. O bahar dediğiniz şey bu işte. Onu çıkardı. “Fece’alehu ġuśâen ahvâ.” Arkasından ne geldi? Bir önceki ayet, oluştu. Bir sonraki ayet, bozuluş. Bir önceki ayet, kevndi. Bir sonraki ayet, fesad. Bunlar felsefi terimler. Ne demek? “Fece’alehu ġuśâen ahvâ” En sonunda hani bir önceki ayeti tekâmül evrim olarak izah ettim ya o evrim tekâmül süreci içerisinde, boyuna dönüşümler var. ‘Fece’alehu’ sonra o bahar, o yemyeşil baharı meydana getiren bitkileri, çiçekleri, ağaçları ne yaptı? Un ufak yaptı, kuruttu, toz etti, geri aslına döndürdü. Böyle bir döngüye soktu. Döndürdü. Yani, o süreç böyle devam ediyor. Oluş ve bozuluş. Oluş ve bozuluş. O bozuluş da bir oluştur aslında. Onun için, bu bozuluş dememize bakmayın siz. Bozuluş, oluşun arka yüzüdür. Oluş, bozuluşun arka yüzüdür. Birbirinin iki yüzüdür bunlar. Biri olmadan diğeri olmaz. Siz önceki hayatların, bozulduktan sonraki formusunuz. Dolayısıyla, yeryüzünden algoritmalara göre, hesaplamalara göre; 110 milyar insan geçmiş. Evet. Homo Sapiens üzerinden hesaplıyorlar. Yani 386 bin yılda, 110 milyar insan. Bu insanlar, eğer çürümeseydi, toprağa karışmasaydı, o dünyanın hali ne olurdu? Düşünmek dahi istemiyorum. Ölen hayvanlar çürümeseydi, bu dünyanın hali ne olurdu? Ölen bitkiler çürüyüp toprağa karışmasaydı, bu dünyanın hali ne olurdu? Görüyorsunuz dimi? Onun için, işte bu yasa, bu yasa onu gösteriyor. O nedenle, yaşama saygı duyduğumuz gibi aynen söylüyorum, ölüme de saygı duyalım. Ölüme de saygı duyalım lütfen. Modern tıbba duyurulur. Biri kulağına üflesin. Ey modern tıp, ölüme saygı duy. Ölüm olmasa, yaşam olmazdı.

Ayet 2: O, yarattı. Yaratılış amacına uygun donanım verdi; Fe-sevva.

Ayet 3: Uyacağı yasaları takdir etti; “kaddera” ve tekâmül yoluna yöneltti; “heda.”

Ayet 4: Oluş yasasına bir örnek: Mesela, bitki örtüsünü çıkardı. Yani orada bir mesela görün, mesela varsayın yani. Nasıl yaptı? Sebep sonuç yasalarını koyarak. Rüzgâr, bulut, yağmur, toprak, bitki. Kur’an’da aynen bu süreç geçer. Birkaç yerde hem de. Evet. O rüzgarla, bulutları sürükledi. Eyvallah. Ondan sonra, o bulutlardan yağmuru indirdi ve toprağı yeşertti. Aynen böyledir. Bir yerde gelmez. Birkaç yerde birden gelir. Aslında bununla Kur’an’ın, dikkatimizi çektiği ama öteden beri dikkatimizden kaçan bir yasa var. Nedir o? Sebep sonuç yasası. Evet. Sebep sonuç; nedensellik yasası. Sebep sonuç yasalarını koyarak yaptı bunu. Rüzgâr ne yapar? Çölden, topraktan alır toprağı kumu, göğe çıkarır, yukarı çıkarır. Atmosferin, yukarı tabakalarına çıkarır. O tabakalarda bu kum, oradaki nemle döllenir. Bu kum. Bu mini mini parçacıklar. Bu toprağın minicik parçacığı nemlenir. Her maddenin, bir çekim gücü vardır. Ne kadar küçük olursa olsun. Küçüğün küçük çekim, büyüğün büyük çekim. Dünya kadar büyük olursanız, Ay’ı etrafınızda döndürürsünüz. Anlatabiliyor muyum? Ama o küçücük toz zerrecikleri dahi bir çekime sahip ve orada etrafı nemlendi, ıslandı. Kartopu teorisi derler buna. Büyüdükçe yuvarlandı, yuvarlandıkça büyüdü ve orada bir damlaya dönüştü. Artık yağmur bulutunun, oradaki nem bulutunun içinden, yağmur damlaları olarak indi. Bakınız, sebepleri sayıyor Kur’an, sebepleri. Sebep, bir sonraki sonucu veriyor. Bir sonraki sebep, kendisinden sonrakinin, bir sonraki sonuç; kendisinden sonrakinin sebebi. Ondan sonraki sonuç, kendisinden öncekinin sebebi. Dolayısıyla sebeplilik zinciri üzerinden gidiyor farkında mısınız? O rüzgâr, bulutları sıkıştırdı. Bulutlar, yağmur bulutuna dönüştü. İşte yağmur bulutunun içinde, bu çekirdeklendi ve yağmura dönüştü. Yağmur, kuru toprağa yağdı, kuru toprak canlandı. Buyurun. Bunun üzerinden bize verdiği şu; “Ey insan, sebepleri unutma. Sonuçları anlamak istiyorsan, sebepleri unutma.” Dolayısıyla, ey insan, içinde bulunduğun hali değiştirmek istiyorsan, sebepleri değiştir. Sebepleri değiştirmeden, sonuç değişmez. Mesela, bir şeyden şikâyetçi misin? Mekke’de, varsıllar yoksulları sömürüyor. Sömürüden şikâyetçi misin? Şikâyetçisin. Ama sebepleri sorgulamadığın için değiştirmiyorsun. Sebepler ne?

  1. Servetin emanet değil, mülkiyet olduğunu düşünüyorlar.
  2. Hesap vermeyeceklerine inanıyorlar. Hesap verilebilir bir hayat yaşamıyorlar onun için.
  3. Servetin, kendilerinin olduğunu düşünüyorlar. Yani aslında, bir toplumsal emanet olduğunu unutuyorlar.
  4. Bunlar, eğer paylaşmazlarsa, bu servetin elinde sonunda başlarına bela olacağını, toplumsal huzurun kalmayacağını unutuyorlar. Bu bir yasa oysaki. Çünkü gelir dağılımındaki dengesizlik bir yere kadar sürer, o dengesizlik o uçurum açılınca, toplum birbirine düşer. Düşman olur artık. Onun için, bu bir yasa aslında sosyal bir yasa. Bunu unutuyorlar. Onun için paylaşmayı yapmıyorlar, bilmiyorlar. Yani infakı bilmiyorlar, zekâtı bilmiyorlar ve riba, riba. Yani insanı sömürü aracı yapıyorlar, insanı kul ediyorlar, riba ile kul ediyorlar, insanı satın alıyorlar. Buyurun. Bakınız, Kur’an’ın ekonomik konudaki düzenlemelerinin tümünün sebebine bakınız geldi dayandı. Onun için, sebep sonuç yasası çok önemli.

Bozuluş yasasına da bir örnek, sonra onu kurutup un ufak etti.

Tesbih, insanda dahil bütün varlıkların ortak olduğu bir eylem olmalı. Biraz önce söyledim. “Ve in min şeyin illâ yusebbihu bihamdik velâkin lâ tefkahûne tesbîha.” Burayı okumamıştım. Önünü okudum da sonunu okumamıştım. İsra suresinin 44. ayeti bu. “Hiçbir şey yoktur ki kâinatta, evrende, onu tesbih etmemiş olsun, hamd ile”. “Velâkin lâ tefkahûne tesbîha: Fakat siz onların tesbihini anlamıyorsunuz.”  “Tefgahu”, “la tefgahu”. Evet. Onu, övgü ile tehbis etmeyen tek bir nesne dahi bulunmamaktadır, fakat siz onların tesbihini anlamıyorsunuz. Anlamıyorsunuz. Buraya dikkat. Lütfen. Ayetin işaret ettikleri: Var olup da tesbih eylemi yapmayan hiçbir şey yoktur. İnsan gibi bilinçli hatta canlı varlıklara has değildir. Tesbih, öyle bir eylem olmalı ki; tüm varlıkları kapsamalıdır. Tesbih “sühanallah” gibi dil ile söylenen bir şey değildir. Eğer öyle olsaydı, ayet anlamazsınız yerine, işitmezsiniz diye biterdi. Anlatabildim mi?  “Velâkin lâ tefkahûne tesbîhahum” değil “Velâkin lâ tesmaûne tesbîhahum”. Onların tesbihlerini siz işitmiyorsunuz ama derdi. Ama böyle demiyor. Anlamakla ilgili bir şeymiş, işitmekle ilgili bir şey değilmiş. Yani söylem değilmiş, dili ile söylem değilmiş. Evet.

B.KUR’AN’İ TESBİH KAVRAMININ BAŞINA GELENLER

Evet kaza geldi. Orada da bir deprem oldu. Kur’an kavramları konusunda yaşadığımız deprem, bu depremler, onun yanında sonda sıfır kalır.

SORU:

Tesbih emri, tüm varlığın tabi olduğu yasaya, insanın bilinçli katılımı idi. Nasıl oldu da boncuk çevirme ve Çin işi zikirmatik çürümesine dönüştü. Soru ağır, soru yüklü ve soru sorun. Sadece soru değil. Nasıl oldu da böyle oldu? Nasıl oldu da tesbihimiz çalındı? Bizi tesbihsiz bıraktılar farkında mısınız? Elimize boncuğu verdiler, bizi tesbihsiz bıraktılar. Bakınız, tekrar ediyorum, her zaman söylüyorum. Burada sorun, sayı taşı şu çektiğimiz tesbihler değil, onlarla bir sorunum yok. Hatta ben onları severim. Ben, onlardan bir koleksiyon sahibiyim, cebimde de var. Bunun, dinle ilişkilendirilmesi sorun. Bu, dinin bir parçasıdır deme sorunu. Eğer siz bunu, stres taşı olarak taşıyorsanız, hiçbir sorun yok. Hiçbir sorun yok. Eğer siz bunu, bir aksesuar olarak taşıyorsanız, hiçbir sorun yok. Ama bu tesbihtir deyip, Kur’an’ın tesbih kavramını bu sanıyorsanız; işte sorun orada başlıyor. Tekrar tekrar söylüyorum. Ama ne yapayım ki anlamıyor bazıları. Anlamıyor. Ben ne yapayım söyler misiniz? Yani eğer; “ya hocam trol deme, çomarda deme” diyorsanız Allah sizi, benden beter etsin. Yani bu ne demek şu: Benim yerime, sizi koysun da bir anlayın. Benim yerimde olmamın, zorluğunu anlayın. Ömrünüzü verin bu işe, ama yine de gözünüzün içine baka baka siz sabaha kadar, Leyla Mecnun hikayesini anlatın, sabah leyin sorun “şehzadem anlamışlar mı?” Ve şehzade size dönsün “dadıcığım hepsini anladım da bir tek yeri anlamadım”. “Nereyi şehzadem?” “Leyla Mecnun’un nesi olurdu?” Ne yaparsınız? Öllüğün körü. Ne yaparsınız? Böyle işte. Bizde insanız, etten kemikteniz yani. Allah aşkına, sorun cebinizde taşıdığınız o boncuklar değil, sorun bunu dinin bir parçası etmesi, bunun olmadığı yerde eksik aramanız, bunun elinde göremediğiniz insanın namazını eksik zannetmeniz, takvasını eksik zannetmeniz, dinini eksik zannetmeniz, bu ne kadar uzun olursa takvası da o kadar uzun zannetmeniz. Ondan sonra, yani otuz üçlük yetmez, yüzlük, yüzlük yetmez, beş yüzlük, beş yüzlük yetmez, beş binlik eeee boncuk uzar gider ve boncukçular kazanır. Birde seni kaybederiz. Beyin yamyamları beynini yer. Anlatabiliyor muyum? Çünkü, düşünsün diye Allah’ın sana verdiği o beyni, artık düşünmezsiniz nakarata bağladınız çünkü. Süb, süb, süb, süb… Ne oldu ne oldu şimdi ne oldu? Ne demiş oldun ne yapmış oldun? Ne yapmış oldun? Dalga geçtin farkında mısın? Dalga geçtin! İnsan inancıyla alay eder mi? Sen inandığın şeyle alay ettin. Farkında mısın, değil misin? Bilmiyorum. Ne yaptın ne yapmış oldun şimdi? Evet, bu mu teşbih? Bu olmadığını tesbihin ne olduğuna geleceğiz. Geleceğiz.

Zamanın anlam bozulmasına etkisi. Evet. Zaman, insanın fark ettiği bir şeydir. Hayvanlar, zamanı fark etmezler. Onun için hayvan için dün, bugün ve yarın olmaz. Zamanı bilmezler. Zaman soyut bir kavramdır, ama bizzat içinde yaşarız. Varlığın dördüncü boyutudur, maddenin dördüncü boyutudur ve maddenin olduğu yerde vardır. Dolayısıyla, varoluşun uzantısıdır aslında. Tarih, insanoğlunun farkına vardığı bir şeydir. İnsanlar tarih yazarlar. Gördüğünüz gibi, zaman bizim fark ettiğimiz bir şey. Zamanı fark eden üst beynimizdir, insan beynimizdir. Hayvan beyni, zamanı fark etmez. Zamanı fark etmediğiniz zaman, ibadette olmaz. İbadetle mükellef olmazsınız. Bakınız, zamanı fark etmediğinizde, imanla da mükellef olmazsınız. Ahiretle de mükellef olmazsınız. Tezekkür, tedebbür, teakkul, tefakkuh ve tefekkürle de muhatap olmazsınız. Zaman, insanın fark ettiği bir şeydir. Zamanı fark ettiğimiz için, birçok şeyle mükellefiz farkında mısınız? Sorumluluğumuz, zamanı fark ettiğimizde başlıyor. Evet, onun için zamanın anlam bozulmasına etkisi vardır. Anlam bozunur. Bozunmak biliyorsunuz fiziksel bir kavram. Özellikle elementlerin yarı ömrü var, yarılanma ömrü vardır. Radyoaktif elementlerin yarılanma ömrü, çok daha kısa biliyorsunuz. Ama, her elementin bir yarılanma ömrü vardır. En en uzun yaşayan protonların dahi, bir yarılanma ömrü vardır. Dolayısıyla ama bu milyarlar milyarlar milyarlarca yıldır. O ayrı bir mesele.

Anlam genişlemesi. Anlamları genişler. Anlam genişler. Bir kavramın anlamı genişler. Ne olur? Nasıl olur? Mesela takva kavramı. Takva kavramı, aslında ne idi? Takviye, oradan gelir. Takviye, takva kavramı. Aslında sorumluluk bilinci idi. Yani; hesabı verilebilir bir hayat yaşama bilinci. Peki, anlamı genişledi içine bir şey daha attınız. Ne attınız? Züht, sofuluk. Hadi öyle diyeyim de herkes anlasın. Sofuluğu, siz takva zannettiniz, kavramın içine, çuvalın içine attınız, alın size anlam genişlemesi. Anlatabiliyor muyum? Bakınız, bu bir aslında bir tahriftir, anlam genişlemesi. O anlam orda yok, sofuluk orda yok. “La rahvaniyete fitdin: Dinde ruhbanlık yoktur”. Ama siz sofuluğu oraya attınız. Yani, fazla ibadet etmek, fazla ayin yapmak, takvadır zannettiniz, onu attınız içine, anlamı işte genişledi. Genişleyen her anlam aynı zamanda bozulur, onu söyleyeyim.

Anlam daralması. Anlam daralması da vardır. Çok ilginç. Birçok hususta, birçok dini kavramda, biz anlam daralmasını yaşıyoruz. Buyurun. İslam. Nedir İslam? Anlam daralması yaşayan, bir kavramdır. Biz İslam’ı şöyle şöyle bir din ismi olarak biliyoruz. Korkunç bir anlam daralmasıdır. İslam bir isim değildir, bir kimlik değildir. İslam, bir hayat tarzıdır. Yani, barıştır, barış projesidir. Allah’ın, küresel barış projesidir. Evet, insanın kendisiyle barışı, insanın toprak ve suyla barışı, insanın yer ve gökle barışı, insanın insanla barışı, insanın her şeyle barışı, insanın rabbiyle barışı. Budur ve bu büyük bir projedir. Daha büyük bir proje olabilir mi? Evet.

Anlam karmaşası. Bir de karmaşa vardır. Anlam karmaşası. Nedir efendim? İşte, yani din. Din deyince aklınıza ne geliyor? Din nedir? Veya iman. Bakınız çok temel kavramları ele alayım. İman deyince aklınıza ne geliyor? Anlam karmaşası, tam bir karmaşa. İman nedir? İman, itikat mıdır? Hadi sorayım. Sizin itikadınız nasıl? Benim bir hacı annem var da; “itikadı kısa” der. Böyle şey yapmadığına. İtikat nedir? İtikat, iman mıdır? Değildir. İtikat, iman değildir. Zira imansızların birçoğunun itikadı vardır. Anlatabiliyor muyum? Adam, Allah’a inanmaz, peygambere inanmaz, inanması gereken hiçbir şeye inanmaz, ama on üçün uğursuzluk getirdiğine inanır. Alın size bir itikat. Ama kucağındaki oyuncak bebeğin, uğur getirdiğine inanır. Alın size bir itikat. Anlatabiliyor muyum? Ama beyaz karanfilin, uğur getirdiğine inanır. Anlatabiliyor muyum? Efendim vesaire. Yani itikat, dünyanın her tarafında var. Yani, itikatsız ateist yoktur biliyor musunuz? Ateizmin kendisi, bir itikattır zaten. Allah’ın, yokluğuna itikat. O da bir itikat, nihayetinde. Dolayısıyla, anlam karmaşası. Yani iman nedir? İman adı üstünde zaten, güvendir, Allah’ın güvendiği adam olmak, etrafına güven vermek, güvenilir insan olmaktır. Bir ahlak terimidir. O da bir kimlik değildir.

Anlam kaybı. Ve anlam kaybı yaşanır, bütün bunlar yaşanınca. Anlam genişlemesi, anlam daralması, anlam karmaşası, anlam kaybı. Anlam kayması, sahte anlam. Sahte anlama dönüşür. Ondan sonra o kavramı kullanırsınız, ama o kavramın anlamını kullanmazsınız. Öyle uzaklaşır ki hakikatten. Kur’an. Kur’an okudun mu? cümlesi ne kadar anlamsızlaşmış. O ölüye, Kur’an okudun mu? Haydi buyur, nerden yakarsan yak. Nerden yakarsan. Kur’an okumak bu mu? Bu mu? Kur’an okumuş oluyor musun? Kur’an ne, okumak ne? Alın, bir anlam kaybı, bir anlam kayması. Anlamın zayiatı. Anlam depremi adeta. Evet.

Bozulma sürecini tersine çevirmek.

  1. Kur’an’ın indiği zaman, zemin, ortam gidip yerinde sorgulamak. Yani, Kur’an’ın indiği ortama gideceksiniz, yerinde. Nereye gideceğiz? Mekke’ye gideceğiz. Yani bundan 1400 yıl evvele gideceğiz, sorgulayacağız. Bu mümkün mü? Hayır. Mümkün değil imkânsız. Yani zaman mekân makinası yapılırsa, belki mümkün. Ama bu imkânsız.
  2. Yazılı ilk kaynaklara gidip, ilk muhatapların ne anladığının cevabını aramak. Yani yazılı ilk kaynaklara gideceğiz, bir hareket yapacağız, yazılı. Ondan sonrada şu sorunun cevabını anlayacağız: İlk muhataplar ne anladı? Bu da çok kuşkulu. Ne kadar becerebiliriz ki bunu? Yazılı ilk kaynaklar, çok sınırlı. İlk kaynakların, otantikliği sınırlı. O da problem çünkü. Yani orijinal olarak geldi mi ilk kaynaklar? O da sınırlı. Dolayısıyla, iki sınırlıdan ne çıkaracaksınız? Çok kuşkulu.
  3. Sebbih; emir fiilinin doğru anlamı için, Kur’an ayetlerine başvurmak. İşte bunu yapabilir miyiz? Evet, bunu yapabiliriz. Bu bir yol. Harika bir yol hem de. En güzel yol, en emin yol. Kur’an içi referanslara başvurmak. Yani Kur’an’ın içinde, sebbih-emir fiili ile; “ya rabbi bize ne emrediyorsun, neyi söylüyorsun, neyi yapmamızı istiyorsun?” sorusunu sorarız. İşte İsra 44 odur. Haşr 1, Saf 1, Cuma 1, Teğabun 1, efendim bütün bu sürelerin, bu ayetlerini yan yana koyduğumuz zaman, bu emirle neyi anladığımız anlamamız gerektiğini öğrenebiliriz.
  4. Dördüncüsü ise; yine mümkün olan bir yol var: Dil arkeolojisinden yola çıkarak, bu soruyu cevaplamak. Evet, dil zevki olan kardeşlerimiz hoşlanacak, onlara özel bir şey sunmak istiyorum efendim. S-b-h. Evet bu c’yi katmayın, c-s-b-h değil, efendim. S-b-h fiilinin kök anlamını bulmak için, dil arkeolojisi. Arap dilinde kalp, yani Arapçası; kalp denir buna. Batı dillerinde de anagram denir buna. Özelliği olan kelimeler grubu vardır. Ben sadece üç tane aldım, hepsini almadım. Çünkü, zaman sorunu var. N-h-r. Bakınız üç tane harfimiz var burada. N-h-r. N-h-r kökünden gelmiş, Türkçede kullandığımız kelime var: Nehir, nehir. Irmak yani. Değil mi? Efendim bakınız, bu n-h-r’yı tam tersine çeviriyorsunuz. Şu tersinden okuyorsunuz, şöyle okuyorsunuz. Böyle değil de soldan sağa okuyorsunuz şimdi. R-h-n. Arap dilinde böyle bir özellik var. N-h-r kaynağından saldı, hareket ettirdi demek. Bundan da bir kelime var Türkçede kullandığımız: Rehin, rehine. Salmadı, bırakmadı, bağladı, tuttu demek. Farkında mısınız? Tersine çeviriyoruz kelimeyi, anlamı tersine çeviriyoruz. Kelimeyi ters çevir, anlamı ters çevir. K-t-b. Biliyorsunuz kitap. K-t-b ne demek biliyor musunuz? Yazdı. K-t-b’nin kök anlamı, harfleri yan yana dizdi, anlamlı bir kelimeye meydana getirmek için. Yani sesleri, harfleri yan yana dizmeye k-t-b denir. Evet. Yani bitiştirdi, birleştirdi. B-t-k; ayırdı, kopardı demektir. Anadolu’da eskiler, muska için yırtılan kâğıda, betik derler. Anlatabiliyor muyum? Bir sayfanın, bir yaprağını, bir kenarını yukardan aşağıya kadar yırttığı için, betik derler. Yani kopardı, ayırdı. H-b-s. Bir kelime var Türkçede. Haps, hapsetmek, hapis. Evet, mahbuz. Efendim yani tuttu, bırakmadı. Tersine çevirin kelimeyi, s-b-h. Hareket ettirdi, serbest bıraktı. Hareket ettirdi. Hareket etmek, anlamına gelir. S-b-h; tesbih kelimesinin kökü. Kök anlamına ulaştık Arap dilindeki. Anlatabiliyor muyum? En yalın, en efendim şeysiz tartışmasız, kök anlamına ulaştık. Bu çok önemli. Bunu, bu sistemi icat eden değil, zaten dilin kendisinde var bu sistem. Ama bu sistemi keşfeden zat, Halil bin Ahmet isimli ilk Arap lügatinin ortaya koyan, Kitabul Ayn diye, muhteşem bir eser ortaya koyan, zattır Halil bin Ahmet. Hicri 2. yy. da yaşamıştır. Yani 1700 gibi vefatı. Dolayısıyla yani İmam Azam’la akran, efendim Malik’le akran vesaire. Onların akranı, bu zattır. Ve 2. Abbasi halifesi Ebu Cafer Mansur, İmam Azam’ın katili, beş bilimde bir proje başlatmıştı. Buna tedvin projesi denir. Bu beş bilim: Tefsir, hadis, fıkıh, kelam affedersin fıkıh, efendim siyer ve dil. Beş bilim. Tefsirde paralı olarak, bu projede birini görevlendirdi. İbn-i Cureyc. Babası George. George’un oğlunu görevlendirdi. Tefsirde, ilk tefsir kitabiyatını derleyen adam; George’un oğludur. İki, sormayın canım gözüme niye bakıyorsunuz? Efendim. İki: Hadiste, hadiste görevli, bu projede görev verdiği kişi; Malik Bin Enes’tir. Efendim, siyer de görev verdiği kişi; İbn-i İshak’tır. Essira’nın sahibi. Görev yapılmıştır. Ücret karşılığında. Efendim ve dilde görev verdiği kişi, Halil bin Ahmet’tir. Bu sistemi ortaya çıkaran, cins kafa bir adam. Fıkıhta görev verdiği kişi kimdir? İmam-ı Azam Ebu Hanife. Görev, kabul edilmemiştir, parada reddedilmiştir. Peki sonuç ne olmuştur? Can gitmiştir. Evet efendim o kadar. Ya burada “sadagallahulazim” deyip gitsem, olur değil mi? Çok şey anlatıyor değil mi?

Kur’an’da asli olan “ve kullun fi felekin yesbehun” Embiya 33. Yani, her şey tesbih etmektedir. Bakınız asli anlamıyla, kelime burada geldi. Embiya 33’te. “Ve kullun fi felekin yesbehun.” Yani, her şey hareket halindedir. Kelimenin asli anlamını bulduk ya biraz önce, anagram yöntemiyle. Asli anlamıyla Kur’an’da, kelime kullanılıyor. “Yesbahun.” Her şey yani boşlukta, uzayda her şey, hareket halindendir. Bu felek aslında uzay, uzayı ifade eden bir Kur’an kavramı. “Sebbaha-yusebbihu” gibi kelimeler “lillahi” ile birlikte geldiği her yerde anlam şudur: Gökte ve yerde olan her şey, Allah adına hareket ederler. “Yusebbihu lillâhi mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ard.” “Sebbaha lillâhi mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ard”. Bakınız biraz önce verdiğimiz ayetlerde o vardı. Birer birer. Saf suresi 1. ayet, şu sure 1. ayet falan diyordu ya. İşte o ayetlerin hepsinde ya “sebbeha” ya “yusabbihu” gelir. “Mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ard.” Nedir efendim? Göklerde ve yerde. Kur’an üslubuna göre, gökler ve yer bir kalıp içinde geldiğinde, bütün evren demektir. Bütün evren, demektir. Evet.

Soru: Allah adına hareket etmek ne demek?

Cevap: Yaratıcının koyduğu oluş, bozuluş, hareket ve değişim yasalarına uymak demek. Bilinçli olarak yaratıcının koyduğu oluş ve bozuluş, hareket ve değişim yasalarına uyaralar. Bunları anlamaya, kavramaya ve bu yasalar çerçevesinde, eylem ortaya koymaya çalışırlar demektir. Evet.

II-) RABBİNİN İSMİNİ TESBİH ET EMRİ NASIL YERİNE GETİRİLİR?

Biraz önce söyledim bu ayetleri.

A.Şu ayetlerin ışığı olmadan, bu sorunun cevabı görülmez. “Sebbaha lillâhi mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ard”. Haşr 1. Saf 1. İkisi de aynı. “Yusebbihu lillâhi mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ard.” Cuma 1, Tegabun 1. Bakınız, hep surelerin ilk ayetleri geliyor. Biri, mazi fiil yani pest, geçmiş; biri de muzari fiil, yani şimdiki zaman, geniş zaman, gelecek zaman. Üç zaman birden içerir, muzari fiil. Yani “yusebbuhu”. Bakınız şuradaki. Eyvallah şu, muzari fiil. Üç zamanlı bir fiildir bu. Onun için yani İngilizce karşılığını veremiyorum, Türkçe karşılığını veremiyorum yok çünkü. Evet.

  1. “Subhanek” ve “Subhanehu”lar ne der? “Lâ ilâhe illâ ente subhâneke innî kuntu minez zâlimîn.” Bu nedir? Hz. Yunus’un dilinden, yani Yunus nebinin dilinden, bir tövbedir. Tövbe. Yunus nebinin başına gelen gelmiştir. Görevden kaçmıştır. Kaçtıktan sonra yaşadıklarını yaşamıştır ve en sonunda Rabbine, bir tövbe etmiştir. Nasıl bir tövbedir bu? İşte budur:“La ilahe illa ent.” Evet. Senden başka ilah yoktur, sadece sen varsın. “Subhanek.” Evet. Ne demek “subhanek”? Aslında şu demek: Kusursuz bir tek varlık var, o da ‘Sen’sin. Kaçtım ben kusurluyum, hatalıyım Yarabbi. Yani, hatamı savunmuyorum Allah’ım. Onun için yani benim kusurluluğum, aslında yaratılışımdan birazda, insanım çünkü. “Subhanek”. Dolayısıyla kusursuz ‘Sen’sin Yarabbi demek. Kusursuz mükemmel ‘Sen’sin. “İnni kuntu minez zalimin”. Aslında, bunun altında yatan bir şey var. Bu kusursuz ‘Sen’sin zınni anlam. Gerçekte bu kelimenin “sebbeha” üzerinde anlamı nedir, biliyor musunuz? Anlamı şudur: Yarabbi, ben yaratılmış her şeyin, bozuluş yasasına tabi olduğunu biliyorum. Anlatabiliyor muyum? Yaratılmış her şey, kusurludur. Matematik bile küsürlüdür yahu. Yani, matematik bilimlerin en kesinidir. En kesinidir. İki kere iki dörttür. Dört mü beş mi gördük değil mi? Evet. Dolayısıyla, dolayısıyla evet cenmişi. Yaaa. Dolayısıyla gördük. Ama bu anlamda yaratılmış olmak, kusurlu olmaktır zaten. Kusursuzluk iddiası, yaratılmış olanın en büyük kusurdur. Herhangi bir yaratılmış, kusursuzluk iddiasında bulunuyorsa, ondan daha büyük bir kusur işleyemez. Onun için “subhane”, “subhanek”. Yani, kusursuz olan ‘Sen’sin. Bunun altında yatan şu: “Yarabbi, senin yaratma yasalarını biliyor, takdir ediyor ve kabul ediyorum, demektir”. “İnni kuntu minez zalimin: Ben zalimlerden oldum.” Ben zalimlerden oldum, evet. Ben, kendime haksızlık ettim. “Ben, aslında senin koyduğun yerde durmadım” demektir. Çünkü zulüm, bir şeyin yerinden olmasıdır. Bir şeyi yerine koymak adalet, hikmet, bir şeyi yerinden almak zulüm. Dolayısıyla Enbiya 87’ydi. “Kâlûttehazallâhu veleden subhâneh.” Bakınız burada da farklı bir formda geldi. Onlar dediler ki; “Hristiyanlar, Allah çocuk edindi, Allah oğul edindi. Allah’ın oğlu var dediler.” “Subhane.” Aslında burada da aynı. Yani şu: Yasaları nasıl ihlal ederim? Allah’ın yasası var. Allah, bozulma yasasına tabi değil ki. Oğul edinmek, mahlukun yasasıdır, Halıkın yasası, yaratanın yasası. Yaratan, o yasaya tabi olur mu? Yaratılan, o yasaya tabidir. Dolayısıyla, bu burada bu da o anlama geliyor. Evet. Arkada bir tane daha var. “Ve yec’alûne lillâhil benâti subhâneh”. Onlar ne yaptılar? Allah’a kızlar, aslında kızlar değil. Bakınız, kızlar diye çevirmedim. Zaten Allah’a, oğullar isnat etmiştiler değil mi? Allah’ın oğlu var. Hayır, burada kızlar değil el-benat. Harem, harem. Evet harem. Yani Allah yazı Lat ve Menat ile, kışı da Uzza ile geçiriyor diye inanılırdı. Mekkeli müşrikler. Harem kurmuş. Anlatabiliyor muyum? Onun için, yazın farklı hanımlarla, kışın farklı hanımlarla. Mekkeli müşrikler, melekleri, Allah’ın haremi olarak görüyorlard ve Mekkeli müşriklerin, meleklere yani Lat, Menat, Uzza gibi şeyleri put edinmelerinin sebebi, yenge hanımdan iş bitirelim, mantığına dayanıyordu. Haşa. Tabi, yani evin içinden bitirelim, bir tanesini razı ederiz, o da Allah’ı razı eder. Haremden birini razı edersek, mantığı görüyor musunuz? Şefaat mantığını görüyor musunuz? Şefaat mantığı hep böyledir, hep bu kadar bu kadar kepazedir. Bu kadar rezildir. Şirk aynı zamanda kepazeliktir. Evet şefaat mantığı budur. Yani, evin içinden birini razı edelim, o da Allah’ı razı etsin. Evet. Demek ki yani, Allah’ı da kendi gibi biliyor cahiliyenin Arabı. Öyle, kendi gibi biliyor. Demek ki kendisi, öyle razı ediliyor bazı şeylere. Onun için, öyle diyor ya Kur’an; “Allah’ı hakkıyla takdir edemediler”. Evet; Allah’ı, hakkıyla takdir edemediler.

Anlamıyorsunuz, yani anlamak için çabalamıyorsunuz. Hani. “Velâkin lâ tefkahûne tesbîh: Fakat siz onların tesbihini alamıyorsunuz” diyordu ya. Haydi anlamak için çaba gösterelim, “tefakkuh”.

Cansıların çalışma düzeni, anlam ve amacı üzerine düşünelim. Evet nasıl anlayacağız? Tesbih nedir aslında? Tesbih nasıl yapılır? Süb, süb, süb değildir tesbih. Bakınız, cansızların çalışma düzen, anlam ve amacı üzerine düşünmek tesbihtir. Evet. Matematik, fizik, kimya ilimleri işte bu tesbihin parçasıdır. Anlatabiliyor muyum? Eğer siz, cansız varlıklar, yani elementler üzerine düşünüyorsanız, yarabbi ne fark var ne fark var demirle bakır, bakırla alüminyum, alüminyumla bronz, bronzla gümüş, gümüşle altın, altınla platin arasında ne fark var? Bunu düşünüyorsanız, bunun üzerinden yaratılışın formüllerini çözmeye çalışıyorsanız, siz emin olun ki tesbih ediyorsunuz. O süb, süb, sübten bin kat daha ileri tesbih ediyorsunuz. Anlatabiliyor muyum? Kimya. Yani ne fark var. Karbon. Kurşun kalemin içindeki grafitle, şu kömürün yaktığımız kömürün arasındaki. Yaktığımız kömürle, yine aynı karbon olan, elmas arasındaki farklar nelerdir? Anlatabiliyor muyum? Dünyanın şu anda en sert maddesi olan, elementi olan grafen arasındaki fark nedir? Grafen; çelikten bilmem kaç kat daha sert, daha dayanıklı. Şimdi çelik yelekler ondan yapılıyor, çelikten değil mesela. Dolayısıyla ne fark var? Hepsi de karbon bunların. Ama bakın, birinin bir tane elmasa, dünyanın en büyük elmasına, dünyanın tüm kömürlerini alırsınız. Buyurun. Ne fark var? İşte bunu yapan, en büyük tesbihi yapıyor demektir.

Bitkilerin çalışma düzeni anlam ve amacı üzerine düşünelim. Botanik; bitki bilim. Alın size tesbih. Şimdi ne fark var? Şöyle bakıyorsunuz, bazı bitkiler içinde, bazı hastalıklara şifalar taşıyorlar. Etken madde, ondan çıkarılıyor. Anlatabiliyor muyum? Yani o kadar çok bitki var ki ilaçların hemen tamamına yakınının hammaddesi bazıları minarelden, ama çoğunun hammaddesi, bitkilerden oluşuyor. Peki, bu bitkilerin içine saklayan yaratıcı, eğer bulunmasaydı, farmakoloji ilmi tesbih etmese de bunları bulmasaydı, sen o hapları alamayacaktın. Almasaydın, o ölümcül hastalıktan, kutulamayacaktın. Alın size tesbih.

Hayvanların çalışma düzeni anlam ve amacı üzerine düşünelim. Biyoloji, zooloji eyvallah, yani canlı bilim ve bitki bilim, bunların üzerine düşünelim. Affedersiniz hayvan bilim efendim canlı bilim, hayvan bilim, hayvanların çalışmaları üzerine. Şöyle bakın etrafınızda, ya kedi ile köpek arasındaki farka bakın. Efendim, yani bunlar niye efendim hep birbirleriyle dalaşırlar? Sahi niye geçinemezler? Geçinemezler, çünkü ikisi de insanın atığından geçinir. Anlatabiliyor muyum? Rekabet var. Hayvanlar arasında rekabet var. O zaman insanların, kedi köpek gibi rekabet etmesi, hayvanlaşması değil midir? Yani, rekabet edecekse insanca rekabet etsin. Niye kedi köpek gibi? Niye öyle? Dolayısıyla bakınız, çok ilginç. Aslanla, akbaba arasındaki fark nedir? İkisi de et yer. İkisi de vahşidir. Ama diyebilir misiniz ikisi de aynıdır? Hayır. Arslan avladığını yer. Akbaba, başkalarının avladığını yer. Akbaba, leş yer. Niye? Efendim bakınız. İnsanlardan bazıları arslan gibi rızıkta, bazıları da akbaba gibi. Oradan tesbih ediyoruz bakınız, tesbih ediyoruz. Müthiş tesbihler yapıyoruz işte buradan. Dolayısıyla, deve ile deve kuşu arasındaki fark nedir? Vesaire sorun gitsin. İşte o budur. Bunu tesbih eden, gerçekten tesbih etmiş olur.

İnsanların çalışma düzeni, anlam ve amacı üzerine düşünelim. Felsefe, din, bilim, sanat. Bunlar, bunlar üzerine düşünelim. Gerçekten, yüksek ve yüce bir tesbih etmiş oluruz.  Tıp, psikoloji, antropoloji, sosyoloji, hukuk, ekonomi, siyaset. Bütün bunlar insanoğlunun ürettiği bilimler, alanlar, hayat alanları. Dolayısıyla, hepsinde bir müminin son sözü değişmez. Sûhanallah. Sûbhannallah. Keşfettiğinizde, fark ettiğinizde, inkişaf ettiğinizde, bulduğunuzda, söyleyeceğiniz tek şey Sûbhanallah.  Sûphanallah’ı boncuk çevirmek sananlar, ömür boyu tesbihten mahrum kalanlardır. Ne güzel demiş değil mi şair? “Hüma uçtu yuvasından, yerine koydular hum’u.” Hüma ne demek? Bir masal kuşu. Evet, cennet kuşu da derler. Dolayısıyla, hatta Anka’nın bir ismine de Hüma derler bazıları. Yani Hüma kuşu, yuvasından uçtu, Cennet kuşu. Yerine koydular hum’u. Hum, ne demek biliyor musunuz? Çamur, çamurdan üretilmiş maket demek. Evet, yerine koydular çamurdan kuşu. Görenler dediler; “Eyvah! Hüma dedikleri bu mu? Görenler dedi eyvah! Aynı şimdi öyle diyoruz. Biz, Hüma uçtu yuvasından, yerine konulan çamurdan makete bakıp, “Eyvah! Hüma buymuş. Bu muymuş?” diyoruz. Biz görmedik ki, görmedik. “Verdiler Türk’e tasavvuf diye olgun şırayı. Şimdi muttasıl hakikat kusuyor Sıtkı Dayı.” Bu da Akif’in. Muttasıl aralıksız demek. Verdiler Türk’e, tasavvuf diye olgun şırayı. Olgun şıra ne? Şarap olmuş üzüm suyuna, olgun şıra denir. Şarap. Şarabın bir ismi, olgun şıradır. Verdiler Türk’e, tasavvuf diye olgun şırayı. Ne diyor? Kafayı çektiler, kafayı. Tasavvuf adı altında, kafayı buldular. Efendim. “Şimdi muttasıl hakikat kusuyor Sıdkı dayı” diyor. Ne güzel söylemiş merhum Akif, rahmet olsun ona. Evet, hakikat kusan o kadar Sıdkı dayılarla dolu ki etrafımız, gerçekten.

 

III-) TESBİHİN DOĞRU YOLDAN SAPIP, BONCUĞA EVİRİLİŞİ

“Dinsel boncuk” un tarihsel serüveni: Biraz da buradan gideyim müsaadenizle. Allah Resulü sayı taşı, boncuğu hiç bilmedi. Bu konuda bile, bir hadis uydurmaya çalışmışlar, ama uymamış. Evet, uydurmaya çalışmışlar ama uymamış. Kendileri bile kabul etmemiş, “bunu bende beğenmiyorum” demişler, hadisçiler. Sahabenin, dinsel boncuğu yoktu. Bu, benim koleksiyonumdan. En küçüğünü aldım, büyüğüne param çıkışmadı. Yeni Delhi’den, bir Hindu mabedinin, kapısın önünden aldım. Evet, tabi tespih oradan geldi.  Bu, Şiva’nın tespihi. Hinduların üçlemesi var. Hristiyan üçlemesi gibi. Evet, Tirmurti nedir? Efendim, Brahma, Vişnu, Şiva. Şiva şu an da Hinduların taptığı, günlük hayatlarında taptığı, Hindistan’a gidenleriniz varsa veya Amerika’da Kanada’da falan varlar. Eğer onlardan birinin taksisine denk gelmişseniz, taksisinin önünde Şiva’nın heykeli vardır. Ona daima tazim gösterir, tapar. Dolayısıyla bu işte, Şiva’nın tespihidir. Şiva, ilk tespihin mucidi; Piri Şivaymış. Yani Hindu tanrısı, evet. Şiva’nın, kutsal ağacı meyvesinden yaptığı tespih. Şey, cevize benziyor daha küçük bir ağacın, meyvesinin çekirdeğiymiş, evet. Tespihi boynunda, Hindu tanrısı Şiva. Ben daha efendim zatıalilerini huzurunuza getirdim. Hindu Şiva kutsal boncuğu, otuz üç taneliydi. Evet, evet, evet. Zira ve de tanrılar konseyi, otuz üç tanrıdan oluşuyordu. Vira Tanrılar. Yunan tanrılar konseyi kaç kişiden oluşuyor biliyor musunuz? On ikiden oluşuyor. 12 tanrı var. Yani panteonda, Athena’da panteonda, on iki tanrı var. Ama Hindu Tanrılar konseyi 33 tanrıdan oluşuyor. Evet.

Hinduizm’den Budizm’e geçiş: Hinduizm’den sayı taşı, boncuk Budizm’e geçiyor. Bu, Budist ablalar bunlar. Benim de fotoğraf koleksiyonumda vardı ama, bunu bilgisayardan, internetten aldım. Efendim, fark etmez, bende bir zat çekmiş hatta biriyle konuşmuştum, Budist rahiple. Efendim, bunun anlamı üzerine, ne yaptıkları üzerine. Tıpkı bizdeki tarikat ehli gibi, onlarda da aynen aynı yöntem, zaten oradan gelmiş bir yöntem. Hinduizm’in dinsel boncuğu, 108 taneden oluşuyor. Dinsel boncuk çeken, Budist kadınlar. Evet, muhtemelen Bağdat’ın inşasında yer alan Budistlerle, Müslüman kültürüne girdi. Müslüman kültürüne ne zaman giriyor? İslam’a demiyorum bakınız. Dikkatli bir kullanım lazım. Müslüman kültürüne, Hicri 140 yılında, Bağdat yapılmaya başlandı. Ebu Cafer Mansur, Bağdat’ın yapımına emir verdi, Abbasi ikinci halifesi ve işte Bağdat’tın yapımı için getirilen mühendisler, Budist mühendislerdi. Daha doğrusu, keşiş mühendislerdi. Aynı zamanda keşişler, aynı zamanda ilim adamlarıydı, bilim adamlarıydı. Bölgenin en büyük, en şöhretli üniversitesi, Budist keşişlerinin üniversitesiydi. Onun da bir hikayesi ve bir belgeseli var.

Hristiyan ‘tesbihi’: “Bead” ya da “Rosary”. Bead; aslında boncuk demek biliyorsunuz, İngilizce de efendim. Şimdi, Hristiyan tespihi nasıl geçti? Bizden geçti, Hıristiyanlara. Evet, boncuğu aldık, sattık. Yani ithal ettik, geliştirdik, ihraç ettik. Yani keşke satsaydık ama, din olarak verdik. Onlar da din zannettiler. Müslümanlardan haçlı seferleri sırasında, Hristiyanlara geçti. Papa 5. Pius, Dominikus’un 1221 yılında Avrupa’ya tespihi ilk defa getirdiğini yazıyor. İlk Hristiyan tespihleri, 33 taneliydi ve 3 adet 33 bir ipe diziliyordu. 33 hem İsa’nın çarmıha gerildiği yaşı, yani İsa’nın bu dünyada yaşadığı yaş 33, hem de mucize sayısını temsil ediyormuş. Bunun 3 ile çarpımı üçleme/teslis/trinity. Yani baba, oğul, Ruhu’l-Kudüs. Bir 33 baba, bir 33 oğul, bir 33’te Ruhu’l-Kudüs temsil ediyordu. Evet, bu da benim koleksiyonumdan. Evet, hocam sende de yok yok ya. Efendim. Efendim. Yok taşımıyorum. Sadece göstermek için getirdim. Göstermek için bunları, Lyon’dan, Lyon’daki büyük katedralin satış biriminden aldırmıştım, bir arkadaşa. Bir rahibe, tespih çekiyor, huşu içeresinde. Tesbih çekmiyor tabi, boncuk çeviriyor. Elinde tespihi, Meryem. Eyvallah. Kutsal tespihli meditasyon ve kucağında sarışın İsa. Ama özellikle sarışın haa, sarışın olacak. Olmazsa olmaz. Tesbihli Meryem ana, elinde evet. Çekiyor. Oysaki tesbih, Kur’an’a göre çekilmez, yapılır. Anlatabiliyor muyum?

Tesbih uydurmak yetmedi, tesbih namazı da uydurdular. Fazla namaz göz çıkarmaz, ama din ve iman çıkarır. Yerine uydurmuş dini koyar. Ruhban sınıfının tahakkümünü ortaya çıkarır. Evet, yani şunu diye bilir biri: “Ya hocam, Allah rızası için niye bunlarla uğraşıyorsun ki, adam namaz kılıyor ya, kötülük yapmıyor ya” İşte senin anlamadığın bu. Keşke daha büyük bir kötülük olsaydı. Hiçbir kötülük bu kadar büyük kötülük olmaz niye biliyor musun? Kendini Allah yerine koyuyor bir… Çünkü, ibadeti Allah teşrih kılar. Allah belirler, peygamber bile ibadet koyamaz, bu bir. İkincisi; eğer dinde olmayan bir şey, dine girerse Ruhban sınıfı bunun üzerinden seni yolar. Seni üter. Senin üzerinde boza pişirir. Bu Ruhban sopasıdır hala anlamıyor musun? Tahakküm kurar. Dinde olmayan bir şeyi, dinin içine sokmakla yol olur, yol. Ondan sonra gelenler de bir şey sokmaya kalkar. Kim ne kadar uydurursa o kadar dindar sayılır. Ve o zaman işte ortada din kalmaz. Adet ibadet olur, ibadet adet olur. Kıl tespih namazını, ye her haltı ahlaksızlığı, işte böyle ortaya çıkar.

DERDİMİZ NE?

Derdimiz, boncuk değil.

Derdimiz; hakikat. Evet, Hakikat diye bir derdi olmalı insanın derdi. Düşünsene, akşam derdi sabah kalkınca ne yiyeceğiz? Sabah derdi, akşam yemeğinde ne yiyeceğiz? Derdi bu olan adamın, derdi batsın.

Esaslı bir derdin olsun, hakikat diye bir derdin. Yalanlarla yaşama. Yalanlarla yaşamaya alışırsan sende yalan olursun. Derdimiz hakikat.

Dersimiz ne peki? A’la suresi, iniş surecinde tesbih emrinin, ilk geçtiği 1.Ayet’i işliyoruz, dersimiz de bu.

Amacımız ne peki? Din ile din kültürünün birbirinden ayrılması. Evet, tesbih din kültürüdür, yani sayı taşı, boncuk din kültürüdür. Din kültürünü bir tarafa koyalım arkadaşlar. Bu, din kültürü, kültür insan yapımıdır. Ben demiyorum ki, kültürü kaldırıp çöpe atalım. Hayır. Oraya koyalım mevlit kültürdür, din değildir. Anlatabiliyor muyum? Kandil kültürdür, din değildir. Sela kültürdür, dinle hiçbir alakası yoktur. Bunu, dinin içine koymayalım. Ne yapalım? Alalım, din kültürünün içine koyalım. Bu, insan yapımıdır diyelim. Dinde, Allah yapımıdır diyelim. Bunu ayırdıktan sonra, sorun yok. Benim sorunum bitmiştir ondan sonra. Benim için sorun yok. Sorun olanlar, onla mücadele edecekse etsinler. Benim sorunum yok. Ama din ile din kültürünü birbirinden ayırmadığımız sürece; din kültüre, kültür dine dönüşür. Kültür dine, din kültüre dönüşürse ne din ne kültür, nasıl ayıracaksınız? O zaman biter. Biter. O zaman ne çıkar biliyor musunuz? Dindarlık adı altında, kindarlık çıkar. Kini dini olur adamın, gayzı, buğzu, nefreti, cinayeti, din diye işler. Allah diye işler. İftirayı, Allah diye yapar. Savaşı, Allah diye açar. İnsanı, Allah diye öldürür. Yani her türlü haltı yer, içine Allah peygamber basar. Yapar mı? Yapar. Evet, şikâyet ettiğim 1000 konudan 999’u döner dolaşır bu mevzuya dayanır arkadaş. Etme, etme. Yani, anlayamıyorsan anlamadım de ama beni suçlama. Ben, senin hikayeni sana anlatıyorum, ben önünde senin yandığın ateşi, sana gösteriyorum. Biri eteğini yakmış arkadaş, arkandaki ateşi göstermeye çalışıyorum, seni de yakacak. Ama sen yangın kulesindeki yangın var diye bağıran nöbetçiye “Niye rahatsız ediyorsun be?” diye dayılanıyorsun. Ben ne yapayım?

Ruhban sınıfı sömürür eğer bunu yapmazsak. Adet ibadet olur, hurafe din olur. “Din hurafeleri yok etmezse, hurafeler dini yok eder.” Aliya.

 

SONUÇ

  • Kur’an’a göre tesbih emri: Varlığın anlam ve amacı üzerine düşünüp Allah’ın yüceliğini taktir etmekti.
  • Uydurulmuş din, Kur’an’ı tesbihin üzerini Budist boncuğuyla örttü, yani küfür etti. Küfür; örtmek demektir. Tesbih bir eylemdi, söyleme ve pağanca nakarata indirgendi. O zaman söyler misin, bir papağana eğer tesbihi öğretirseniz, papağan sizden çok tespih çeker mi? Çeker. Evet doğru, doğru.
  • Yozlaşmanın geldiği nokta, Çin işi zikirmatik çürümesi oldu. Onu da getirdim ki mahrum kalmayın diye. Bir çürümenin Nirvana’sı; ‘zikirmatik’ Süslüman sofiler, sofistler için, değerli taş katmalı zikirmatik bu da. Evet süslümanlar için de var yani.

 

SORU: Ey diyanet! Sen ne yaparsın? Başka bir şey demiyorum.

 

SÖZÜN ÖZÜ

Yüce olan Rabbinin ismini tesbih et. Namazın secdesinde teşbih, tefekkür et. Ben, niçin bu hareketi yaptım? Toprağa bak; tesbih, tefekkür et. Bir santim toprak kaç yüz yılda oluşur? Toprağa bakıp, tefekkür etmiyorsan, toprak hakkını bana haram eder de. Göğe bakıp tefekkür ediyorsam, soluduğum hava israftır, haramdır de. Bunca bitki ve hayvana bakıp tefekkür etmiyorsam, bil ki hak yedim de. Gerçek teşbih, anlamından bir haber şu kadar ‘Suphanallah’ nakaratı değildir. Gerçek tespih; varlıkların var olmuş anlam ve amacı üzere düşünmektir. Bunu bir defa yapmak, bin milyon kez söylemekten, bir milyar kez efdaldir.

EKLER

Eklere geçiyorum. Uydurulmuş din: Video…

Aldatmak kötüdür. Allah ile aldatmak en kötüdür! Bu, en kötüsünü yapıyor. Suratını görseydik keşke. Bu, en kötüsünü yapıyor. Bu, Allah ile aldatıyor. Okuduğunu Arapça okuyunca, bir ayet falan zannediyorsunuz değil mi? Alakası yok ayet mayet değil. Efendim, ayeti okusa ne olur? Ayeti istismar etmiş olur. Aslında bu kafa, bu uydurulmuş dinci kafa ki, şu anda sanırım yani epey bir gencimizi daha dinden imandan çıkarmıştır, efendim. Bunlar yetiyor zaten, başka gerek yok. Bu kafa var ya bu kafa, esasen bu kafa, dinin en büyük düşmanıdır. Bu din, bunlardan çektiğini, din düşmanlarından çekmemiştir. Bu kafa, depremi istismar ediyor, görmüyor musunuz? Ölüyü istismar ediyor. Depremi istismar ediyor. Yani, yıkılmış bir evin içine, depremde dün depremde yıkılmış bir evin içine, hırsızlar girseler, bu millet yuh çeker değil mi? Hırsızlar bile yuh çeker değil mi? Bu onlardan da daha fazla yuhu hak ediyor. Niye biliyor musunuz? Ölümü ve depremi istismar ederek, dini satıyor, Allah satıyor, peygamber satıyor. Satıyor yani. Onun için ve yalan söylüyor. Kâbe altmış kere yıkıldı. Depremlerle, sellerle, yangınlarla, 60 kere yıkıldı. Allah’ın beytini, Allah koruyamadı mı? Allah’tan, Fatih camii depremden yıkıldı, yeniden yapıldı. Duvara koyuyormuş elini, bir ay garanti veriyor. Sizin dininizde bastonla uçak düşürüyorlar, bunun kıymeti ne? Bastonla, uçak düşürüyorlar. Uydur uydur ipe diz dinidir bu işte. Onun için inananlar tabi ki var. Tabi ki var. Ve aslında inanıp inanmadığını da bilmiyoruz, ama kandırdığını biliyoruz. Onun için eğer, sen merkep olursan derler. Binen çok olur, yük vuran çok olur. Eğer, böylelerine sürü olursa insanlar, böyleleri insanların sırtından inmeyecekler. Bununladır mücadelemiz. Uydurulmuş dinledir mücadelemiz. Depreme karşı önlem. Dua nedir biliyor musunuz? Dua dillerimizle söylediklerimizden çok, ellerimizle eylediklerimizdir. Çürük malzeme kullanmamaktadır dua. Denetlemektir dua. Fay hattının üzerine yeni bina yapmamaktır, çürük bina yamamaktır dua. Dua, uzmanların söylediklerine dikkat etmektir. Dua, eğer bina yapacaksan o arazinin, huyunu, suyunu, jeolojik durumunu öncelikle sismik durumunu önce öğrenip, sonra üstüne münasip malzemelerle, münasip bir bina kondurmaktır. Dua, Allah’ın tabiat yasalarını, jeolojik yasalarını dikkate almaktır dua. Dua budur. Dua, bu değildir. Bu şarlatanlıktır. Bu Allah’la aldatmaktır. Bu insanları sömürmektir. Sorgulanmayan din, inanmaya değmez. Evet, tekrar söylüyorum, Sokrat’ta söylesin; “sorgulanmamış hayat, yaşanmaya değmez.”

 

Uyaranları Dinlemek

Evet, bakalım, dinleyelim.  Video…

3,5 ay önce. 3 ay 20 gün önce. Sivrice, dedi dikkat ettiniz mi? Depremin olduğu merkezi söyledi. 3 ay 20 gün önce, Naci Görür Hoca, kendisi Elazığlıdır. Bu ülkenin yetiştirdiği, en büyük deprem uzmanlarından biridir. Ömrü Marmara’nın tabanını taramakla geçti bu zatın. Peki dinledik mi? Evet, söyleyecek hiçbir şey yok.

Kütle

Bu da var: Sahte hesap açan kişiler, konum vererek, enkaz altındayım, yardım edin şeklinde tweetler attı. ‘Kütle’ başlığı altında, sizinle paylaştım üzülerek. Evet, şöyle bir günde, ee biraz önce ki istismarcı Allah’la aldatırsa, bu da internetle mesajla aldatıyor, tweet atıyor.

 Kötü Haber

İnsanların elleriyle yaptıkları yüzünden, karada ve denizde fesat çıktı. Bakınız, bunlar gerçek ve geliyor dostlar. Yani gerçekleşme olasılığına göre aşırı hava olayları, bir etkisine göre iklim krizi adımlarında başarısızlık. Maalesef iklim krizine karşı, BM’nin ilgili biriminin hazırladığı uluslararası yasayı, büyük devletler başta onaylamadı, dünya devletler. Onaylayan devletler, gerçekten de Allah’ın tabiatına en saygılı devletler olarak taktir ve tebrik ediyorum. Onaylamayan devletleri de insanlığa karşı bir suç işlemiş, devlet olarak ilan ediyorum. Her kim onaylamadıysa. Dolayısıyla bu dünya, bize Allah’ın bir misafir hanesidir, dayayıp döşediği ve biz bize verilmiş emanete ihanet edemeyiz. Yeryüzünde hayat, kutsalın ta kendisidir. Hayat bizatihi mukaddestir. Onun için, hayatın korunması, her türün korunması azami oranda görev telakki edilmelidir. Onun için de bu konuda, herkes kendisini düşmeli. Ben, ne yapabilirim ki hocam? Eğer bin dört sisilik araba sana yetiyorsa, iki bin sisilik araba ile geziyorsan, bu israftır ve tabiata zülümdür arkadaş. Bunu yapabilirsin. Bin dört yüz sisiye düşebilirsin arkadaş. Anlatabiliyor muyum? Bunu yapabilirsin. Dahası eğer mümkünse, imkânın varsa yakıtı, yani içinde kurşun çok olduğu yakıttan az olduğu, hiç olmadığı yakıta doğru gidebilirsin. Elektrikli arabaya binmek mümkünse, maalesef şu anda bu ülkede mümkün değil ve en çok istediğim, en çok dilediğim şey bu, efendim. En iyi biz getirmeliydik, en iyi biz planlamalıydık. Şu anda İskandinav ülkeleri, başta Norveç olmak üzere, 2020 yılları çıta koydular. Belli bir yıldan sonra, benzinli yani fosil yakıtlı araba kullandırtmayacaklar, satmayacaklar. Anlatabiliyor muyum? Bu hassasiyet, Müslümanlara yakışırdı.

Tavsiye Görsel: Aftershock- Artçı şok. Gerçekten hoş bir film olmuş, içinde insan hikayesi var. Dram var. Yayın tarihi: 22 Temmuz 2010. Çin yapımı, ama Çin işi değil. Güzel bir yapım olmuş, tavsiye ederim. Tam da deprem olmuşken yani, iki evladı olan bir ebeveynin yaşadıkları.

Tavsiye Kitap: Kur’an İslam’ından hadis İslam’ına, George Tarabishi. Bu kitabın çevrilmesini en çok dua eden kişi, bendim herhalde bu ülkede. Bu kitabın Arapçasını okudum. Arapçasını okuyunca, kendimden utandım. Böyle bir kitabı biz, biz yazmamız lazımdı. Gıpta ettim ve kendimden utandım. Kur’an İslam’ından hadis İslam’ına. Nasıl bir tetkiktir? Nasıl bir tecessüstür? Nasıl, bir bilim adamıdır? Müslümanların tüm kitaplarını nasıl böyle ince ince, yani elekten geçirmedir? Şaşırdım. Bunu tavsiye ettim arkadaşlara, ne yapın yapın çevirtin. Sağ olsunlar ilgilendiler. Buradan huzurunuz da bu kitabın ve bunun gibi birçok kitabın Türkçeye kazandırılmasında, çok büyük emeği ve çok büyük katkıları ve başta maddi katkısı olan Hamdi Kalyoncu abime buradan huzurlarınız da teşekkürlerimi, tebriklerimi, dualarımı iletiyorum. Doktor Hamdi Kalyoncu Bey ve bu kitabı çeviren İbrahim Sarmış hocamız. İbrahim Sarmış Hoca, kitabı eline ilk aldığında sanırım “Çevirebilir miyim? Çeviremez miyim? Çok kalın olur mu? Efendim veya içeriği de biraz çok şey efendim ters köşe yapıyor Müslümanları…” bitirdikten sonra, bir önsöz yazmış. Çeviren önsözü: çok istifade ettiğini söylemiş iyi ki çevirmişim demiş. Evet, alın yazın bir daha tavsiye edeceğim, yaz kitabı olarak ama yaza bırakmayın. Şimdi başlayın zaten tıkır tıkır anca okursunuz yani. Bu kitap, gerçekten her birinizin, inci gibi okuması gereken bir kitap. Herkesin, burada beni duyan herkese tavsiye ediyorum. Dininizi öğrenin. Nereden nereye kopmuşuz? Nasıl bir dinin yerini, nasıl bir din almış öğrenin? İki tane İslam var, evet. Bu, bu kitabın yazarı, sürüyeli bir Arap Hristiyan iken Muahhit olmuş bir insan. Eyvallah.

Yaşanmışlıklar

Gölcükte depremin ilk günü bir Kur’an talebesiyle karşılaşmam ve unutmadığım sesleniş: Yaşanmışlık. 1999 depreminde vakfın minibüsünü doldurduk, direk gölcüğe gittik. Her yer ana baba günü, olay taze, binalardan çığlıklar geliyor. Arabaya ne bulduysak doldurduk, efendim. Tabi, bu arada şunu gördüm, bu deprem gibi felaket hadiselerinde insanımızın yardım etme adı altında ki düzensizliğini de gördüm. Gölcükte dağ gibi ekmeklerin nasıl zayi olduğunu böyle tepeler tepeler… Bilmem içinizde görenler var mı? Efendim evet, buyur görenler, şahit olanlar. Hiçbir plan yok. Proje yok. Devlet beş gün sonra gelmiş. Anlatabiliyor muyum? Efendim ve devlet yok bizler varız, orada neyse. Orada elimizden geleni yapıyoruz. Bir Kur’an talebemiz var dostumuz. Mustafa bey Allah şu anda da hastalıkla imtihan oluyor, Rabbim kolay geçirsin, şifalar versin. Efendim, aradım buldum o ana baba günü içerisinde, dağıttık, verdik efendim, bez şu bu almıştık onlar çok ikrama geçiyor, çok. Böyle felaket günlerinde çocuk bezi, çocuk maması efendim, o tip şeyler çok önemli, petler çok önemli. Efendim, herkes ekmek, herkes su efendim. Bakıyorsunuz bazı şeyler hiç yok, bazı şeyler çok ve zayi oluyor. Planlama yok. İnsanlarımızın kafasında böyle bir şey yok zaten. Efendim, buldum akşama doğru baktım, ekmek teknesi olan süper marketi, binanın altında yerin altına geçmiş. Bina, yere gömülmüş. Efendim, dördüncü kattan bir buz dolabı mı indiriyorlardı ne? Geriden beni gördü atlet, pijama efendim böyle çok şey bir haldi o hal efendim. Beni gördü hem gözlerinden akıyor hem de hocam ben Allah’tan memnunum dedi. Hocam ben Allah’tan… bağırıyor orada çağırıyor efendim. O günü hiç unutmuyorum, bu anekdota. Burada benim anlattığım bir yaşamışlıktan dolayı söylüyor onu, derste anlatmıştım: Ben Allah’tan memnun diyen, bir Türkiye’nin zengin kuyumcularından Naci amcamız vardı. Onun yaşadığı bir dramı anlatmıştım şahidi olduğum. Onun üzerine söylüyordu. Allah, tekrar rahmet etsin vefat edenlere, yarılara tekrardan şifalar versin, geçmiş olsun tüm depremzede kardeşlerimize. Tabi içimiz kan ağlıyor, üzülüyoruz. Yani, her ateş düşen yer aslında bizim de yüreğimize biraz ateş düşüyor. Fakat bu ateş, düşmesi bende öyle deprem olduğunda olmuyor. Deprem olmadan da deprem olmuş gibi içimde hep ateş var. Onun için çırpınıyorum. Yani deprem, depremden ibaret değildir. Yani, dininiz yıkılıyor. Hiç kimse koşmuyor, hiç kimse bağırmıyor. Hiç kimsenin tüyü oynamıyor. İmanlar yıkılıyor, deprem olmuş, altında imanınız kalmış, hiç kimse hiç… ahlak yıkılıyor, en kötüsü ahlak. Koca bir toplumun ahlakı, dokuz şiddetinde ki depremde yerle bir olmuş, hiç kimsenin kılı kıpırdamıyor. Adını bile anmıyor. Eline bir şey alıp koşan yok. Ya deprem oldu… ahlak, dokuz şiddetinde bir depremle yerle yeksan oldu diyen yok. Akıllar yıkılmış. Aklın üstüne 8,5 şiddetinde bir deprem gelmiş. Koca memleket, aklı yok olmuş. Aklı, depremde yıkılmış bir harabeye dönmüş. Bunu hiç kimse görmüyor. İradeler yıkılmış. Vicdanlar yıkılmış en beteri, en beteri. Herkes, mahallesinin dışındaki yapılan zulme kör, zulme sağır. Zulmün zulüm olması için, ona göre kendi taraftarlarına yapılması lazım, öbür tarafa yapılmışsa yapsın boş ver. Herkes, adaleti kendi taraftarı için istiyor, karşıda ki için zulmü istiyor, kendisi için adaleti. Burada adalet isteme yoktur, bu zulmün kendisidir. Yani, bunların her birin de birer deprem olmuş 9 şiddetinde, 8 şiddetinde hiç kimsenin tüyü oynamıyor. Yine yanmak bize düşüyor. Onlara da biz yanıyoruz, buna da biz yanıyoruz. Yanalım.

Benim Kahramanlarım: Öyle mi? Allah rahmet eylesin Mustafa Bey vefat etmiş. Eyvallah. Ben demek ki aklımdan çıktı. Değerli kardeşlerim, bugün benim kahramanlarım bölümümü depreme koşan, yardıma koşan tüm kurtarma ekiplerini, kahraman olarak, benim kahramanlarım olarak görüyorum ama depreme, yardıma koşan kurtarma ekiplerini alkışlayanlar, vicdan depremine, akıl depremine, insanlık depremine, ahlak depremine, irade depremine karşı, yardıma koşanlara niye alkışlamazlar? Alkışlamak şöyle dursun, niye yuhalarlar? Niye kılçık atarlar? Niye taşlarlar hatta? Yani insanlığınız, evinizden daha mı ucuz? Daha mı önemsiz? Ahlakınız, dükkanınızdan daha mı önemsiz? İmanınız, aklınız, iradeniz, vicdanınız yıkılan binadan, daha mı önemsiz? Neden insanlık depremine, ahlak depremine, vicdan depremine, adalet depremine karşı, hassas olanları alkışlamazsınız? Bu da sitemim olsun. Hepinize selam olsun.

Bu derslerin, daha fazla kişiye ulaşabilmesi için siz ne yapabilirsiniz? Akabe vakfı ve Mustafa İslamoğlu sosyal medya hesaplarını takip edebilirsiniz. Paylaşılan afişlerimizi, kendi hesaplarınızdan paylaşabilirsiniz. Akabe vakfı Whatsapp hattına kayıt yaptırabilir, dostlarınızı da kayıt için teşvik edebilirsiniz. Whatsapp numarası; 0549 635 06 05. Canlı yayın esnasında size gönderilen ders linklerini anında dostlarınızla paylaşabilirsiniz. Derslerin; Youtube, Facebook vs. gibi mecralarda daha fazla kişiye ulaştırabilmek adına reklam vermemiz için, bağışta bulunabilirsiniz. Siretü’l Kur’an ders aşamalarına, sponsor olabilirsiniz. Evet, yapabilirsiniz. Tabi isterseniz.

 

Efendim teşekkür ediyorum. Tekrar bir sonraki derste, 27. Derste buluşmak üzere, hepinizi Allah’a Emanet ediyorum, hoşça kalın.

Yorum Yaz